OKUYACAĞINIZ BU ÖYKÜDEKİ KİŞİLER, KURUMLAR VE OLAYLARIN HEPSİ, BİRER KURGU VE HAYAL ÜRÜNÜDÜR.
Işıkları söndürülmüş otobüsün
retarder sesiyle gözlerimi açtım ve hemen yanımda onu gördüm. Otobüs
koltuklarının vücudu acıtan o rahatsızlığına rağmen, huzurlu gibiydi. Aslında
kendisiyle çok fazla samimiyetim olmasa da severdim Ömer'i. Okulda hep sessiz
sakindir; sadece muhtelif zamanlarda biraz daha eğlenceli bir hale gelen
biridir aslında. Herhangi bir arkadaş grubuna dahil olmayan, erkeklerin pek
konuşmadığı, kızlarınsa mesafeli davrandığı ortalama çocuklardan biridir. Yeni
kayıt zamanlarından hatırlıyorum, ilk senesinde ucube gibi hareketleri olduğu
için başta herkesi tedirgin etmişti. Zamanla o çekingenliği üzerinden attı;
ikinci sene bittiğindeyse normal şekilde sosyalleşip, okulda kendine bir yer
edinmeyi başarmıştı. Fakat bunlara rağmen, kimseyle normalin ötesinde bir
samimiyeti yoktu. Herkes evine gittiğinde ve bütünlemeler başladığında beraber
takılır olmuştuk. Ömer, tüm sınav dönemi boyunca, İzmir'deki yazlıklarının ne
kadar güzel olduğunu ve orada çok eğleneceğimizi anlatıp durmuştu. Benim de
aklıma yatmıştı. Evdeki o sıkıntılı ortamdan ne kadar uzak kalabilirsem, benim
için o kadar iyiydi. Ömer'in davetini kabul ettim ve evi arayıp, durumu
anlattım. Her şey hazırdı. Yurtta aceleyle bavullarımızı toplamış,
biletlerimizi almıştık ve yazlık yolundaydık.
Otobüs, sabah vakti başkent Konak
Otogarı'na giriş yaptı ve Ömer'i uyandırdım. Valizlerimizi aldık ve Gümüldür'e
doğru yola çıktık. İki saatlik yolculuktan sonra taksiye binerek yazlığa
gelmiştik. Yazlık, sık ve uzun ağaçların arasından belli belirsiz görünüyordu.
İlk andaki görünümüyle daha çok eski bir patika yolun üzerinde yalnız kalmış,
uzun ve ince bir adamı andırıyordu. Kalabalıktan uzakta, orman içinde bir yere
konuşlandırılmıştı. Fakat yine de önünden geçen yol, görece daha derli
topluydu. Yazlığın etrafındaki otlar ve çiçekler büyümüş, yazlığın balkonuna ve
üst kat penceresine kadar taşmıştı. Uzun zamandır buranın bakımının
önemsenmediği belliydi. Etrafta ailesinden veya akrabalarından birini görmeyi
umarken, Ömer, ağır ağır kapıya doğru ilerledi ve cebinden anahtarı çıkarıp,
kapıyı açarak, valizleri içeri fırlattı. Rahatlığını garipsemiştim.
"Bizimkiler İzmir'de uzaktan
akrabaların yanına uğrayıp öyle gelecekler, bu akşam muhtemelen gelmezler, yani
biz bizeyiz".
Bunu söylerken gözleri
parıldamıştı. Biraz keyiflenmiştim. Ailesi gelene kadar en azından bir kaç
saatlik özgürlük hissi bana güzel gelmişti. O rehavetle, girişteki büyük
koltuklardan birine yılışıkça kendimi attım. Burada eşyalar gösterişsiz, basit
ve sıradandı. Tipik bir yazlık eviydi. Hava sıcak olmasına rağmen, yerler halı fleks
ile kaplıydı. Gözüm bir an duvardaki fotoğraflara takılmıştı. Evin duvarlarında
oldukça mutlu aile fotoğrafları vardı. Fotoğraflar, klasik orta-üst sınıf bir
aileye aitti: Ömer'in ebeveynleri olduğunu düşündüğüm bir doğum günü kutlaması,
dedesi ve anneannesine yapılmış bayram ziyareti, ebeveynlerinin nişan ve düğün
merasimleri, Ömer'in ilk kez (ve muhtemelen burada yaşadığı) deniz suyuyla
tanışması... Saadet ve huzur dolu tüm bu fotoğrafların arasında asıl dikkati
çeken ise diğer fotoğrafların tam ortasında duran daha büyük bir başka
siyah-beyaz fotoğraftı. Fotoğraftaki, genç ve güzel bir kızdı. Kumral ve düz
saçları, ok gibi kaşları vardı. Gözleri fazla canlı ve koyu renkliydi; anlamlı
ve biraz da hüzünlü gözlere sahipti. Dudakları dolgunca, çenesi de sert hatlı
fakat biçimliydi. Ağzının kenarına belli belirsiz bir gülüş sığdırmıştı.
Gülüşündeki ifade, belli etmek istemese de biraz sert ve despotçaydı.
"Halam. Pelin halam. Ne
kadar güzel değil mi?" Ömer, fotoğraflara dikkatlice baktığımı görmüştü.
"Evet, gerçekten
güzelmiş" diyerek yanıtladım. Fotoğrafları böyle dikkatli incelediğimi ben
de sonradan fark edip biraz kendimden utanmıştım. Yeni nesil her genç gibi
çevreden ve dünyadan bir kaçış yolu olan telefonuma davrandım. Sosyal medya
için tatil fotoğrafları çekme hayallerim, mobil internetin çekmediğini
gördüğümde suya düşmüştü.
"Evet, çekmez. Wi-fi de
bağlatmıyorlar, zaten durduğumuz bir ay bile değil, benim için de zor
oluyor".
Ömer, üst raftan çay kabını
indirip, çay koymaya girişmişti. Ben de üst kata yerleşebileceğim bir oda
aramaya çıkmıştım. Ağır ağır merdivenleri çıkarken, karşımda hareket eden
devasa bir kara suret görüp duraksadım. Suret, gulyabani gibi kollarını açıp
beni kapıp götürecekmiş gibi duruyordu. Daha dikkatli bakıp, gözlerimi kısınca,
suretin, büyük ve ağır bir ayna olduğunu gördüm. Üstü tozluydu; görünümü de
antika gibiydi. Aynanın etrafında gotik figürler ve kıvrımlar içeren pirinç bir
çerçeve vardı.
“Gördün mü?"
İrkilmemi zapt edememiştim. Ömer arkamdaydı. Yüzüne muzur
bir ifade yerleştirmişti.
"Neyi gördüm mü?". Sesim
beklemediğim kadar cılız ve çatallıydı.
"Aynayı diyorum. Aile yadigârı
bu ayna. Dedem zamanında çok pahalıya almış bunu. Dokundurtmuyor da. Yaşlılar
işte. Ah! Bence pencereye bakan oda tam sana göre kardeşim."
Yerleştikten sonra üzerimi
değişip, aşağı indim. Ömer bardakları hazırlarken ben de biraz aksiyon olsun
diye mutfak penceresinde duran radyoyu çalıştırmayı başarmıştım. Ömer, gayet
komik hareketlerle evin içinde dans ediyordu.
"Ses ver ses!"
Şarkının aralarında cızırtılar
başlamıştı: "Kalbimde kırılmadık yer mi bıraktı....".
"Oğlum şu kadın anam yaşında
ama... Ah bir elime geçse var ya...". Bir yandan da çayları dolduruyordu.
Frekans, şarkı bitmeden, saat başı haberlere geçiş yaptı:
"Gündem: Uluslararası
İstanbul Devleti sözcüsü Jeffrey Keller, İngiliz parlamentosuyla işbirliğine
devam edeceklerini açıkladı... Ege Devleti, eski belediye başkanlarından Çelik
Toker'e fahri başkanlık unvanını törenle verdi... Anadolu İslam Devleti lideri Abdürrezzak
Aydoğdu, genel seçimdeki %70'lik oy yüzdesi için seçmenlerine, "Halkımız,
bizi bölmek isteyen dış güçlere hak ettiği dersi, demokrasi ile vermiştir, tüm
seçmenlerimize teşekkür ediyorum." cümleleriyle seslendi. Sıkıyönetim ile
ilgili sorulara ise "Sayın İstanbul Hükümeti'nin uygun gördüğü şartlar
sağlanırsa, sıkıyönetimin bozulması konusunda tekrar müzakere talebinde
bulunacağız" cevabını vermekle yetindi... Spor: Bugün Şampiyonlar Ligi
grup kuraları, saat 19:00'da çekilecek. Son şampiyon Galatasaray, kuraya
birinci torbadan katılacak... Müzik: Pop müziğin yükselen değeri Gizem
Karadayı, Sıla'nın Kanlıca'daki yalısında görüntülendi. Sıla'dan yepyeni üç
şarkı aldığını ve yeni albümünde bu üç şarkının da olacağını hayranlarına
müjdeledi..."
Ömer bir sigara yakıp bana da
uzattı ve birlikte verandaya çıktık. Duyabildiğim tek şey, radyonun içeriden
gelen cızırtılı sesiyle birbirine karışan böcek ve kuş sesleriydi. Denizin ve
sahilin sesi de belli belirsiz kulağıma çalınıyordu. İçimdeki huzurun arttığını
hissetmiştim; ailemin bitmek bilmeyen yakınmaları ve suçlamalarındansa,
burasının daha özgür ve daha huzurlu bir yer olduğuna kendimi çoktan ikna
etmiştim bile. Çayım biterken, Ömer, omzunda havlularla gelip, denize gitmeyi
teklif etti. Biraz düşündükten sonra uzun yolculuğun bedenimi yorduğunu fark
ettim ve nazikçe reddettim. Ömer de havlusunu alıp denizin yolunu tuttu.
Akşam güneş batarken Ömer gelip
beni uyandırdı. Gelirken yiyecek bir şeyler almıştı. Ömer'in bilmediğim bir
yönü de, mutfakta ne kadar becerikli olduğuydu. Hava kararmıştı. Tekrar
verandaya çıktık ve birer bira açarak sohbet etmeye başladık. Akşamın
serinliğinde laf lafı açarken, konu da git gide daha gizemli ve mistik konulara
doğru kayıyordu. Bildiğim kadarıyla Ömer'in bu konularda fazla olmasa da
bilgisi vardı. Okulda bunlarla ilgili bir kaç şeyden bahsettiğinde, sınıftaki post
modern ateist kalabalığın uzunca dalgasına maruz kalıp bana dert yandığı
zamanları hala hatırlarım. Ayrıca komplo teorilerine de inanırdı. Eskiden
Trakya'da, Batı Karadeniz'de ve Ege'de anlatılagelen bir kaç ürpertici hikâye
anlatıp lafını bitirdikten sonra, silah patlaması gibi geğirdi.
"Pelin halam, şu duvarda
büyük resmi olan güzel kadın... Onu çok severdik…” Yüzünü ekşitmeye
başladığında, benim de boğazım düğümlenmişti.
"Onun hikâyesi de
gizemliydi. Bunu sana anlatacağım ama aramızda kalacak”
Benden onay almasa bile hareketlerinden,
anlatmaya hevesli olduğunu anlamıştım. Doğru dürüst samimi bile olmadığım
arkadaşımın ailesinin gizemli geçmişini öğrenmek konusunda yoğun bir dürtüye
kapılmıştım.
"Tamam, anlatmayacağım."
“Söz ver!”
“Ulan söz? Kime anlatacağım?”
“Tamam. Biraları alalım da içeri
girelim. Hava çok serinledi.”
Biraları üst kata taşıdık. Ömer’in
karşısındaki koltuğa oturdum ve bekleyen bakışlarla ona bakmaya başladım.
Alakamı cezbettiğine emin oldu ve anlatmaya başladı:
“Bundan yaklaşık yirmi sene
önceydi...”
...Pelin, akşam için hazırlığını
yaparken, kendisine fazladan önem verdiğini, aynada kendisini izlerken fark
etmişti. Üniversitenin ilk yılını, çoğu kız öğrenci gibi çekimser kalıp, etrafı
tanımaya çalışarak geçirmişti. İkinci senesinde de sosyalleşmeye başladığını
hissediyordu. Bunun en bariz emaresi de, gönlünü kaptırdığı Volkan'dı. Sürekli
kaçamak kesişmeler, sohbetlerde yapılan karşılıklı atışmalar ve yer yer
yükselen libidoya rağmen, Pelin, kendisini frenlemeyi iyi biliyordu. Fakat
Volkan'a dair bazı güvensizlikleri vardı. Volkan'ın çevresindeki çok sayıdaki
kız ve Volkan'ın onlara davranış biçimi, Pelin'de bazen soru işaretleri yaratıyordu.
Tüm bunların ötesinde, Pelin, Volkan'a kayıtsız şekilde güvenip, tüm ruhu ve
benliğiyle Volkan'a kendini bırakmak istiyordu. Ama Volkan, her seferinde
bilerek ya da bilmeyerek söylediği veya yaptığı bir şeyle Pelin'i bundan
vazgeçiriyordu. Fakat Pelin bu sefer kararlıydı. Şehirden uzak bir orman evinde
toplanacakları bu gecede, Volkan'a içindekileri bir bir dökecekti. Normalde
ketum biri olduğu için bunu nasıl yapacağını da kendisine sorup duruyordu.
Aynada bir kez daha kendisine baktı ve güzel olduğunu kendisine ikna edip,
kafasındaki dönen tüm bu düşüncelerle birlikte yurttan çıktı.
...ortada sönmekte olan bir ateş
yanıyordu. Saat, gece yarısından sonra iki buçuğa gelmişti. Evin içinden ve
etrafından mutlu sesler, gülüşmeler ve konuşmalar duyuluyordu. Pelin, elindeki
bira şişesiyle ateşin başında oturmuş, düşünceli bir tavırla gözlerini
ayırmadan ateşi izlemekteydi. Herkes eğlenirken, Pelin'in melankolik halinin
sebebi, yine Volkan'dı. Volkan, sarhoş kafayla, okulun en hafifmeşrep kızı
Gözde'nin yaptığı kura karşılık vermiş, orman evinin arkasındaki kuytu köşede
kızla öpüşürken, grubun geri kalanı tarafından görülmüş ve bu olay bir anda
partiye damga vurmuştu. Kız halinden çok memnundu; Volkan'sa başta utansa da
sonradan alkolün etkisiyle ortama uymayı tercih etmişti. Daha da kötü tarafı,
tüm bunları Pelin'in gördüğünü biliyordu ama artık çok geçti. Pelin, umutsuzca
böyle olmamasını istediğini fark etti ama elinden artık bir şey gelmiyordu.
Volkan'ın yaptığı bu çiğlik ve olmamışlık, yaptığı seçimin yanlışlığı ve
gizlemeye de çalışsa tüm bu hissettiklerinin aslında boş olduğu gerçeğine vakıf
olduğu bir aydınlanma anında bir refleks ve öfke patlamasıyla ayağa kalkıp,
elindeki birayı, sönmekte olan ateşin üzerine yavaşça dökmeye başladı ve şişeyi
de yere atıp, hızlı adımlarla uzaklaştı. Şişe patlayarak, hala yanmaya devam
eden közleri etrafa savurdu.
Pelin, kimseye haber vermeden
patika yola çıktı ve yürümeye başladı. İçindeki ateş öyle harlıydı ki, peşine o
ormanlık alanda kurt sürüsü bile takılsa, gözlerinin hiddetinden korkup
kaçarlardı. Pelin, evi arkasında bırakmıştı; artık etrafta tek duyup
görebildiği, ağustosböceklerinin sesleri ve açık gecede büsbütün seçilebilen
yıldızların ışığıydı. Biraz yorulduğunu fark edip, adımlarını yavaşlattı. Kafasını
kaldırıp, yıldızlara baktı. Bir an, içinden geri dönüp, Volkan'ın taşaklarını
sağlam bir tekmeyle kullanılamaz hale getirmeyi düşündü. Dönmesine ramak kala,
aklından bunun artık anlamsız olacağına karar verdi ve yürümeye devam etti.
Yüzü ekşimişti. Henüz bir kaç adım atmıştı ki, arkasından gelen sesle irkildi:
"Pelin?"
Pelin, sesi tanımıştı. Arkasını
döndüğünde, Volkan'ı, bir ağacın arkasında dikilirken gördü.
"Ne istiyorsun?"
Volkan hareket etmeden biraz
bekledi. Ağacın gölgesinde öylece dikiliyordu.
"Neden yaptın Pelin?”
Pelin biraz duraksadı. Volkan’ın
bu tarz deliliklerine alışıktı, yer yer sersemliğe vardıracak kadar
saçmalamalarına da tahammül edebilirdi. Her niyeyse, bu seferkinde içinde
dizginleyemediği bir tedirginlik hâsıl olmuştu.
"Herife bak ulan, hem suçlu
hem güçlü! Ne yaptım ulan şerefsiz herif?"
Volkan’ın vücudu, bu cevapla
birlikte bir anda kaskatı vaziyette dikleşerek tepki vermişti. Karanlığın
içinden konuşmasa da, Pelin, Volkan’ın homurtularını ve kesik kesik hareketlerini
fark edebiliyordu. Pelin’in tedirginliği artmıştı. Gözlerini kısıp, Volkan'ı
görmeye çalışsa da, Volkan, ağacın tam arkasında kaskatı bir şekilde dikiliyor,
Pelin kafasını uzattıkça kıkırdıyordu. Pelin iyice sinirlenmişti. Volkan'a
doğru bir kaç adım attı.
"Ulan amına koyduğumun oğlu,
çocuk mu var lan senin karşında?!?!"
Pelin’in lafı bitmeden, Volkan,
gurultuya benzer sesler çıkararak bağırmaya başlamıştı. Pelin, duyduğu sesten
ürkmüştü. Etrafına bakınmaya başlayan Pelin, yüzünü ağaca döndüğünde, hardal
sarısı iki parlak gözün kendisine dikildiğini dehşet içinde fark etti. İçinde
biriken tüm öfkesi, yerini şok ve korkunun etkisine bırakmıştı. Karşısındaki
her ne ise o kişi Volkan değildi. Geri geri sendeleyip koşmaya başladı.
Bacaklarının titremesine aldırmadan koşmaya devam etti. Durursa, o şeyin
kendisini yakalamasından korkuyordu. Ve tüm bu korkusu, bacaklarındaki kuvveti
adeta çekip sömürüyordu. Ama Pelin'e asıl dehşeti yaşatan, arkasından yükselen
bilinmeyen bir dildeki hırıltılı lanetlerdi. Pelin, yolun yokuş aşağı olan bir
kısmında hızlanırsa, belki bir ihtimal arkasındaki "şeyi"
atlatabileceğini düşündü. Yokuşun tepesinde biraz daha hızlandı ve bir ağaç
dalına takılıp kafasını vurmadan önce son görebildiği şey, yokuşun tepesinden
ona bakan ve gecenin zifir karanlığında dahi parlayan sapsarı gözlerdi.
Pelin, sıçrayarak uyandığında, arkadaşı
Merve hemen kalkıp yanına gitti.
"Şşş tamam, geçti, sakin ol."
"Çok korktum Merve. Orman
evindeki o yolda bir şey, Volkan'ın kılığına girmiş şekilde bana geliyordu, çok
korktum!"
Pelin, soğuk soğuk terlemişti ve Merve'yi
yanında görmek, iyi hissettirmişti. Merve, gözlerini Pelin'in gözlerine dikerek
gülümsemeye başladı.
"Senin için geliyorlar değil
mi?"
Pelin, Merve'nin dudaklarının
odanın karanlığında uzamaya başladığını fark etti. Gözlerinin feri sönüyor,
sanki bilinmeyen bir güç, iki gözünü de sömürüyor, dipsiz bir kuyuya
çeviriyordu. Pelin, hareket etmek istiyor, çığlık atmak istiyordu fakat
başaramıyordu. Heyula, insanı yerine çivileyen bir bakış attı ve korkunç bir
böğürtüyle bağırdı. Pelin, boğazından kopan sessiz çığlıkları dizginlemeye
çalışırken uyandığını fark etti. Bir hastanedeydi. Koşarak gelen hemşire,
gerekli olabileceğini düşünerek hazırladığı sakinleştirici şırıngayı da alarak
odaya girdi.
"Işıkları aç!"
“Şşş, tamam sa….”
“Işıkları aç dedim!”
Hemşire, odanın ışıklarını
yaktığında, Pelin bu sefer gerçekten uyandığını anlayıp rahatlasa da sabah
ezanına kadar gözüne uyku girmemişti.
Pelin, sonraki günlerde olup
bitenlerden ne ailesine, ne de arkadaşlarına tek kelime etmedi. Volkan'ın
yüzüne bakamıyordu. Volkan'la karşılaşmamak için derslere girmediği bile
oluyordu. O yarıyılı, uyku problemleri, bitmeyen kâbuslar yüzünden üç zayıf
dersle bitirebilmişti. Pelin'in oda arkadaşlarıysa, hem Pelin için endişe
duyuyorlar, bir taraftan da korkularını gizlemeye çalışıyorlardı. Pelin
sıklıkla geceleri uykusunda bilinmeyen ve anlaşılmayan bir dilde hızlı hızlı
sayıklıyor, uyandığında ise hiçbir şey hatırlamadığını söylüyordu. Ve yine oda
arkadaşlarının söylediğine göre, Pelin'in belli belirsiz sayıkladığı anlarda,
odanın içi bir anda buz gibi oluyordu.
Pelin ise tüm bu yaşadıkları
sanki gerçek değilmiş gibi davranıyordu. Yine de durumun ciddiyetini sadece
kendisi biliyordu. Geceleri uykusunda belli belirsiz gördüğü o korkutucu
imgeler ve suretler yüzünden delirdiğini düşünüyordu. Anlayabileceğini
düşündüğü kişilere tüm bunları anlatmak istese de, hemen vazgeçiyordu. O
dönemki son bütünleme sınavına da girdikten sonra, güz dönemindeki üç kırık
dersini ev ahalisine nasıl açıklayacağını düşünerek valizini hazırlamış ve yola
koyulmuştu. Uzun yolculukta bir kez bile otobüste uyumayı başaramayan Pelin,
tüm İzmir yolunda huzursuz da olsa, uyumayı başarmıştı. Otobüsteki kalabalık ve
ışıklar sayesinde kendini biraz daha güvende hissetmişti.
Eve vardığında ailesi, Pelin’deki
solgunluğu ve keyifsizliği fark etmişti. Annesi, onu böyle görünce, endişesini gizlemeye
çalışarak karşılamıştı Pelin’i.
“Miniğim mi gelmiş benim? Aman da
hoş gelmiş, sefalar getirmiş. Nasıl bakalım Ankara?”
“Soğuk. Sıkıcı. Öyle işte. Siz
nasılsınız? Nasıl gidiyor?”
“Biz nasıl bıraktıysan öyleyiz.
Baban akşama gelecek. Irmak’la Selim de okuldalar. Sen açsındır, ne yemek
istiyorsan onu yapacağım bu akşam. Hem bir misafirimiz var.”
“Hayırdır, istemeye mi geliyorlar
yoksa?”
Pelin, bir an bunun gerçek
olmasını diledi. Oldukça iyi giden eğitimi ve okulu, garip ve tanımlanamayan
olaylar yüzünden sekteye uğramıştı. Fütursuzca, zengin ve yakışıklı bir oğlanın
bir anda çıkıp gelerek onu tüm bu kasvetten ve sıkıntıdan kurtarmasını düşledi.
Daha sonra bunu düşündüğüne hayret ederek, kendi kendine bıyık altından gülmeye
başladı. Annesi Füsun, kızının yüzündeki gülümsemeyi görünce keyiflenmişti.
“Noldu kız? İnşallah bir gün o da
olur. Köyden Nebahat teyzenin çok samimi bir dostu, bize oturmaya gelecek.”
“Gelsin bakalım.”
O akşam, sofrada ailesiyle birlikte olmak,
Pelin’e çok iyi gelmişti. Yabancı bir şehirde, yabancı bir yatakta geçirdiği
uzun bir sürenin ardından, geceyi kendi evinde ve yatağında geçirecek olmanın
huzuru vardı yüzünde. Mutluydu. Güvende hissediyordu. Telefonunun kilidini açtı
ve Twitter’dan gelen bir mesajı gördü.
“Naber bebeksu?”
Pelin, mesaja cevap yazarken,
kapının çalındığını duymamıştı. Yaklaşık bir saat sonra, annesi, kapıyı yavaşça
çalarak seslendi:
“Pelin? Müsait misin kızım?”
“Evet?!”
“Biraz gelir misin, sana bir şey
soracağım?”
“Geliyorum!”
Pelin kalktı ve mutfağa bakındı
ama annesi orada değildi. Salona doğru yöneldiğinde, annesi ve babasını,
yaşlıca bir adamla birlikte otururken gördü. Babasının endişeli, annesinin ise
mahcup tavırları gözünden kaçmamıştı.
“Kızım bak, bu Settar Hoca.
Köyden Nebahat teyzenlerin aile dostudur. Bir hoş geldin de bakalım?!”
“Hoş geldiniz.”
Pelin, yaklaşarak, adamın büyük
ve nasırlı elini öpüp başına koydu. Adamın parlak beyaz saçları, sigaradan
hafifçe sararmış bir bıyığı ve yaşanmışlık dolu gözleri vardı. Gözleri, baktığının
ötesini görebiliyor gibiydi.
“Hoş bulduk kızım.”
Babası, Pelin’e, oturmasını
söyleyen bir bakış attı. Pelin, koltuğun yanındaki sandalyelerden birine
oturdu. Settar Hoca, endişeli bir tavırla elindeki tespihi çekerek, davudi
sesiyle sordu:
“Son zamanlarda sana garip gelen
ya da anlam veremediğin bazı şeyler yaşadın mı kızım?”
“Hayır yaşamadım?!”
Pelin’in titreyen sesi, yalan
söylediğini belli etmişti. Dönüp annesine baktı. Nasıl olduğunu bilmese de,
annesi durumdan haberdardı. Sinirlenmişti. Annesi, o daha lafa girmeden,
“Yurttan arkadaşın Gizem
telefonda anlattı kızım. Sen bizim için her şeyden önemlisin. Eğer bize
anlatamadığın bir şey varsa, Settar Hoca’ya anlatabilirsin. O bu işlerin yolunu
yordamını bilir. Nebahat teyzeni aradım. Bana Settar Hoca’yı söyledi, biz de
rica ettik, köyden buraya geldi. Eğer biraz hatırımız varsa, ne yaşıyorsan, ne
biliyorsan, bildiklerini anlat yavrum.”
Pelin, annesinin içindeki
korkuyu, babasının gözlerindeki endişeyi görmüştü. Başından geçenleri tek tek
Settar Hoca’ya anlattı. Lafını bitirdikten sonra, Settar Hoca, ayağa kalktı.
“Korkma kızım. Allah’a sığın. Her
derdin bir çaresi vardır.”
Settar Hoca, Pelin’in
karşısındaki sandalyeye oturdu ve Pelin’in annesi Füsun’a göz kırptı. Füsun,
evdeki tüm ışıkları söndürmüştü. Settar Hoca, su dolu bakır bir tas istedi ve
tası, Pelin’le arasına koyup, tek elini tasın içine daldırdı. Bir de mum
yakılmasını istedi. Pelin’in babası Şükrü bir mum yaktı ve Settar Hoca’nın
işaret ettiği yere mumu koydu. Hoca, diğer elini de Pelin’e uzatıp, elini
tuttu. Pelin, gözlerini kapatıp mırıldanmaya başlayan Settar Hoca’yı dikkatle
izliyordu. Bir kaç dakika sonra, salonda devasa bir gürültü koptu. Panikle
ışığı açtıklarında, sesin, devrilen büyük salon aynasından geldiğini anladılar.
Settar Hoca, aynayı gördüğünde, bembeyaz kesilerek, ayağa kalktı ve Pelin’e
sordu:
“Akşam ezanından sonra kızgın
kora su mu döktün kızım?”
Pelin şaşırmıştı ve cevap
verememişti.
“Durum sandığımdan da öte. Nasıl
çare bulunur, hemen birkaç tanıdığımla istişare yapacağım. Bir şey olursa, saat
fark etmez, beni arayın. Çok geç olmadan geri geleceğim inşallah.”
Settar Hoca’yı yolcu ettikten
sonra, Pelin’in ve ailesinin tedirginliği artmıştı fakat Pelin, ilk anda hocanın
ne demek istediğini de anlamamıştı. Volkan’ın suretini gördüğü geceyi tekrar
hatırladığında, o akşam yanan ateşin içine öfkeyle bira şişesini döküp
fırlattığını hatırladı. Annesi, hemen Settar Hoca’ya durumu bildirmişti fakat
hocanın daha da korkutucu ses tonuyla anlattıklarını dinledikçe, rengi bembeyaz
olmuştu. Pelin, hocanın ne dediğini sorsa da, annesi yanıtlamamıştı.
“Hoca bizi arayacak yavrum. Sen
düşünme bunları. Allah izin verirse hepsinin çaresini bulacağız inşallah. Vakit
çok geç oldu. Hadi yatalım artık.”
Pelin, merak etse de,
duyacaklarından korktuğu için daha fazla ısrar etmemeyi düşündü ve odasına
doğru gidip kapıyı kapattı. Annesi, Pelin’in odasına girdiğinden emin olunca,
eşine, telefonda Settar Hoca’nın söylediklerini anlattı:
“Kızın göz perdesi kalkmış. Çocuk,
görülmeyenleri görüyor!”
Pelin, yatağının içinde
oturuyordu. Settar Hoca’nın karanlıkta yaptığı şeylerden etkilenmişti. Adamın bembeyaz
kesilmesindense, daha çok etkilenmişti. Bunları düşünmemeye çalışıyordu; eğer
düşünürse, yine uykusu zehir olacaktı. Kendi evindeydi; öğrenci yurdundaki o
sıcakmış gibi hissedilen ama dibine kadar soğuk olan rahatsız yatakta değildi.
Yine de içini bir huzursuzluk kaplamıştı. Uzanıp, gece lambasını yaktı. Yatakta
doğrulmadan, telefonunun kilidini çözüp, amaçsızca fotoğraf galerisini
karıştırmaya başladı. Volkan ile çekindiği fotoğraflara gelince duraksadı. Daha
önce böyle garip ve açıklanamayan şeyleri, doğru dürüst dinlememişti bile. Bununla
ilgili en son dinlediği-okuduğu şey, Twitter’da kendisine, “bebeksu” diye hitap
eden anonim hesaplı adamdı. Pelin, (çoğu kız gibi) iş olsun diye ya da canı
öyle istediği için, sosyal medyada kendisiyle tanışmak isteyen erkeklere böyle davranır,
onların sandıkları gibi olmadığını anlasa bile bozmaz, devam ederdi. Twitter’daki
adam, bir kaç ay önce, “gizemli” olayları konu eden öyküler yazdığını
söylemişti. “En fazla bir anonimin hayal dünyası” diye geçiştirdi. Acaba gerçek
olabilir miydi? Yoksa gerçekten de internetteki bir anonimin gereksiz libido
yükselmesi miydi?
Pelin, yatağa oturdu ve
telefonundan kısık sesle bir müzik açtı. Gözlerini kapatıp, gerçekten de beyaz
atlı bir prensin gelip onu tüm sıkıntılarından kurtardığı hayalini düşünüp, kendini
neşelendirmeye çalıştı. Yatağının karşısında duran elbise dolabının aynasından
kendine bakıp dil çıkardı. Sonra balkona çıktı…
…saat, gece yarısını hayli
geçmişti. Pelin hala uyumamıştı. Uyumak da istemiyordu. Gündüz vakti içtiği
fazla kahve, uykusunu kaçırmıştı. Aslında uykusunu kaçıran şey, kendi zihniydi.
Düşündükçe aklı yeni şeyler buluyor, aklı yeni şeyler buldukça da daha çok
düşünüyordu. Gecenin serinliğinde üst üste yaktığı sigaraların da faydası olmuyordu.
Sigarayı söndürdü ve balkon kapısını sıkıca kapatıp, yatağa girdi ve gözlerini
kapadı.
Birkaç dakika geçmişti ki, Pelin,
yorgana sarınmasına rağmen, odanın soğuduğunu fark etti. Öyle soğuktu ki,
nefesinin dahi buharlaştığını fark edebiliyordu. Ne olduğunu anlamaya
çalışırken, burnuna gelen yoğun bir nem kokusu, ilk anda Pelin’in başını döndürmüştü.
Pelin, koku ağırlaştıkça midesinin bulandığını hissetti. Daha fazla
dayanamayacağını anlayıp ayağa kalktı ve lavaboya gitmek için odasının kapısını
açtı. Kapı eşiğinden bir adım atmıştı ki, belli belirsiz kıkırdamalar duydu. Pelin,
kıkırdamaların, ormanda Volkan’ın suretine giren yaratığın sesine çok
benzediğini hatırladığında kanı vücudundan çekilmeye başlamıştı. Pelin,
korkuyla o sesi ve geceyi tekrar hatırladı ve panikle, kısık sesle müzik
çalmaya devam eden telefonunu şarjdan söktü. El fenerini yakıp, koridora
tuttuğunda bir sürü ufak gözün ona aniden çevrildiğini gördü ve çığlığı bastı.
Pelin, sıçrayarak uyandığında
babasını ve annesini yanı başında bulmuştu.
“Korkma kızım, geçti. Tamam
geçti!”
Pelin, o gece yaşadıklarını
hatırladı ve telaşla uzanıp, ışığı yaktı. Kâbus görmüştü.
“Kızım noldu? Sen uykunda
sayıklamazsın. Garip şeyler söyleyip duruyordun, ne gördün rüyanda?”
“Bilmiyorum. Hatırlamıyorum.”
Annesi, Pelin’e sarıldı ve onu
öptü. Babası da telefonla hocayla konuşuyordu.
“Gel ben seni bir okuyayım, öyle
yat. Settar Hoca da aradı, birkaç gün gecikecekmiş, ‘sakın korkmasın’ diye de
tembih etti.”
Pelin, yine aklını yitirecek gibi
olmuştu. Tüm bunların bir çeşit döngü olmasından korkuyordu. Yine de
olabileceği en güvenli yerdeydi. Başını tekrar yastığa koyarken, elbise
dolabının aynasının örtülü olduğunu gördü. Annesine dönüp baktı.
“Hoca öyle söyledi. Vardır
herhalde bir bildiği. ”
Kadının endişesi ve korkusu,
yüzünden okunuyordu. Pelin’in gözleri, uykuya daha fazla direnemiyordu.
Pelin, kulağındaki uğultu sesiyle
tekrar uyandı. Annesi yanında yoktu; ışığı açık bırakmış, uyumaya gitmişti. Pelin’in
kulağındaki uğultu, ilk anda artarak çoğaldı, sonra git gide azalarak yok oldu.
Odanın içinde derin bir sessizlik olmuştu. Pelin, bir süre etrafına bakındı ve
gözleri açık şekilde başını yastığa koydu. Tam o anda duyduğu sesle irkildi.
“Tlok!”
Ses, tavandan geliyordu. Pelin,
ne yapacağını şaşırmıştı.
“Trrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!!”
Sanki üst katta, birileri bir şey
sürüklüyor gibiydi. Ses, eskiyip rulo yapılmış bir halı ya da ağır bir vitrinin
sürüklenme sesine çok benziyordu. Her seferinde belli aralıklarla ve derinden
geliyor, git gide şiddetleniyordu. Sesler bıçak gibi kesilmişti. Birkaç saniyelik
sessizlik anında, Pelin, yatakta doğrulup etrafına bakarken, duyduğu sesle, tekrar
olduğu yere çivilenmişti. Ses, elbise dolabından geliyordu!
“Tlok! Tlok! Tlok!”
Dolap her vurulduğunda, Pelin
yerinden zıplıyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!
Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, yatağa girip, yorganına
sarılarak, bunların birer rüya olmasını ummuştu. Ama sesler artıyor, vurulmalar
daha da sıklaşıyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!
Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, artık dayanamayıp, sesleri
susturabilmek için bir an cesaretini topladı. Ayağa kalktı ve dolabın önüne
gitti. Dolabın arkasında, sanki o dolaptan çıkmak isteyen bir “şey” var
olduğunu hissetti. Vuran şey her ne ise oldukça kararlı şekilde vuruyordu. Her
seferinde de dolap, sesin şiddetiyle sarsılıyordu. Dolabın aynasını örten
çarşaf da dolapla birlikte süzülüyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, dolabın önünde durduğunda,
sesler bıçak gibi kesilivermişti. Pelin, merakının, korkusuna galip gelmeye başladığını
hissediyordu. Örtünün altındaki “şey”, muhtemelen o gece gördüğü “şey” idi; merakını
dizginleyemiyordu. Bilemediği bir şekilde, örtüyü kaldırıp, o “şeyi” görmek
konusunda çok derin bir istek duyduğunu fark etti. Elini uzattı, fakat hemen korkarak
geri çekti. Göreceği şeyden dolayı aklını yitirip, delirmenin ötesine geçeceği
fikri, onu çok korkutmuştu. Fakat merakını ve cesaretini besleyen başka bir şey
vardı. Pelin, anlık bir refleksle örtüyü tek hamlede çekip aldı.
Pelin, artık kendi kalp
atışlarını çok rahat duyabiliyordu. Odanın loş ışığında, aynada görebildiği tek
şey, kendisiydi. Gözlerini kapatıp, yine kötü bir kâbusun içinde olduğunu
düşündü. Kendini telkin etmeye, sakinleştirmeye çalışıyordu. Aklının uydurduğu
oyunlara bile ses çıkarmıyordu. Rahatlamak için içinden koyun saymaya
başlamıştı: 1… 2… 3… 4...
Ona kadar sayacaktı ve sürekli
tekrar eden bu kâbustan da uyanacaktı. Saymaya devam etti: 5… 6… 7… Pelin, bunların
neden başına geldiğini düşünüyordu. Gözlerini açacak ve hayatına kaldığı yerden
devam edecekti: 8… 9… 10.
Pelin, gözlerini açtı. Aynada
gördüğü şey, yine kendisiydi. Geri birkaç adım attı. Fakat yansıması aynı yerde
duruyordu!
Pelin’in aynadaki sureti, donuk
ve boş bakışlarla, gözlerini Pelin’e dikmişti. Aynı ormanda Volkan’ın kılığına
giren “şey” gibi, hareketleri hızlı ve kesik kesikti. Yavaş yavaş suretin yüzüne
şeytani bir sırıtış yayıldı. Suretin ağzı gitgide büyüyor, Pelin’in görünümünde
korkunç bir yaratığa dönüşüyordu. Pelin, kulağını sağır eden bir uğultu duymaya
başladı. Duyduğu uğultu, hareket halinde insanın içine kadar işleyen ve
titreten bir uğultuydu. Kulaklarını tıkasa da fayda etmiyordu: Uğultu, Pelin’in
çığlıklarını dahi bastıracak kadar şiddetliydi. Heyulanın çirkin, bozuk, çarpık
ve insana aklını kaçırtabilecek dehşetteki görüntüsü, Pelin’i bitap düşürmüştü.
Yaratık, aynı anda her şeyin suretine girebiliyordu; karmaşık ve akla
gelebilecek her şeyin suretine. Ama aynı zamanda da hiçbir şey gibiydi;
fazlasıyla vardı ama bir o kadar da yoktu. Pelin, bir süre sonra, camgöbeği
renginde iki korkunç gözün kendisine baktığını gördüğünde, kanının donduğunu
hissetti. Fakat bu gözlerin, ormanda gördüğü gözlerle aynı olmadığını anlamıştı.
Ecinni, kambur şekilde durmuş, aynadan Pelin’e bakıyordu. Derisi yanmış
kömürden bile daha karaydı. Yaratık, asıl suretine dönüşünü bitirdiğinde, uğultular
kesilmişti. Pelin de hipnoz olmuşçasına yaratığa bakıyordu artık. Yaratık, bir
süre Pelin’i inceledikten sonra aniden korkunç bir çığlıkla bağırıp, Pelin’i
yakalamak için kolunu uzattı. Sesi kadın çığlığını andırıyordu. Pelin, koşarak
odadan çıkarken, yaratığın sesi boğuklaşmış, derinden boğuklaşan bir erkek
sesine dönüşmüştü. Pelin, hızlıca salona doğru ilerlerken, kâbusunda gördüğü
ufak adamlar kendisine kıkır kıkır gülüyorlardı. Pelin, çaresizlikle bağırarak
salona ilerlemeye devam etti. Babası ve annesi telaşla kalkıp, ne olduğuna
bakmaya gittiklerinde, Pelin’i salonun ortasında korkuyla dikilirken gördüler. Pelin’in
kardeşleri de seslere uyanmışlardı. Ne olduğunu anlayamadan, devrilen aynadan
uzanan kapkara bir el, Pelin’i bacağından yakaladı. O aynanın da üzeri
örtülmüştü fakat alt kısmı tam kapanmadığından, heyula, o aralıktan elini
uzatarak, kızı yakalamayı başarmıştı. Ailesinin çaresiz bakışları arasında,
Pelin, korkunç bir çığlıkla, karanlık bir varlık tarafından aynanın içine
çekildi ve kayboldu.
Settar Hoca, sabaha karşı yanında
getirdiği diğer havas âlimleriyle birlikte geldiğinde, artık çok geçti. Diğer âlimlerle
neler yapılabileceği konuşuldu. Settar Hoca, her birinden ayrı çözüm önerisi
dinledi. Fakat yapılabilecek bir şey yoktu.
Aylar sonra, Pelin’in babası
Şükrü, yazıhanesinde işlerini yoluna koymaya çalışırken, masasının üstünden
titreyen telefonuna baktı. Arayan Settar Hoca’ydı.
“Selamın Aleyküm Şükrü.”
“Aleyküm selam hocam, buyurun?”
“Şükrü, akşam müsait bir anında
benim eve gel, sana önemli bir konudan bahsedeceğim.”
“Hocam?”
Telefon kapanmıştı…
“…peki sonra noldu?”
Hem alkolün, hem de sıcağın
etkisiyle büsbütün mayışmıştım. Tüm bunların üstüne, yıldızlı ve sıcak yaz gecelerinde,
ateş başında anlatılan o ürkütücü hikâyelerden birini tüm gerçekliğiyle
dinlemek, zihnimi büsbütün allak bullak etmişti. Çift görüyordum ve iyiden
iyiye kafayı bulmuştum. Saat, gecenin üçüydü.
“Sonrası daha da garip.”
“Ne gibi?”
“Şimdi göreceksin Kerem kardeşim.”
Ömer, yavaşça kalktı ve
merdivenin başında duran ağır aynayı bana doğru çevirdi. Hep böyle kaba saba
şakalar yapmasına alışık olduğum için, gülmeye başlamıştım. Tüm vücudum
uyuşmuştu. Kolumu bile kaldıramıyordum.
“Dedem, akşam ezanından sonra, Settar
Hoca’ya gitmiş. Settar Hoca, dedeme Anadolu’daki diğer ilimcilerden deva
bulamadığını, fakat Erzincan’da isim yapmış bir büyücünün kendisine bahsettiği
bir anlaşmadan söz etmiş. Daha sonra, ona kızını görebileceğini ama bunun bir
bedeli olacağını söylemiş. Ve kabul ederse, bunun için bir anlaşma yapabileceğini
söylemiş.”
“Eee kabul etmiş mi?”
Ömer ışıkları söndürmüştü. Tedirgin
olmuştum. Artık odadaki tek ışık, kalitesiz sivrisinek kovucu lambanın yaydığı
loş ışıktı. Ayağa kalkmaya çalıştıysam da başaramadım. Hareket edemediğimi
anladığımda, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Sadece dehşet içinde Ömer’in
neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ne yapmaya çalışıyordu?
“Evet.”
“Ecinniyle anlaşma yapılmış. Her
yıl, bir günlüğüne, ecinni, Pelin halamı aynadan gösterirmiş bizimkilere. Bunun
karşılığında da her sene, bir insanın ruhunu istermiş.”
Neyin içinde olduğumu bilemiyordum
artık. Hareket edemiyordum, umutsuzca etrafa bakmaktan başka bir şey
yapamıyordum. Önümdeki devasa aynada Pelin Hala’yı gördüğüm anda, vücudumdaki
kan çekilmişti. Pelin Hala, şeytani bir şekilde gülümseyip, elini uzattı. Kapkara
ve sivri tırnaklı bir el, beni bacağımdan bir hayvan gibi kapıp içeri doğru
çekmişti. Aynanın içine çekilirken son hatırladığım şeyse, yarım kalmış bir bira
şişesinin tıngırtısıydı.
- SON -