28 Kasım 2017 Salı

Anadolu Korku Öyküleri - OKUR GÖZÜYLE İNCELEME

Yeni öykülere başlamadan önce, size tüm bu korku yazarlığı olayımın başlangıcını sanırım önceki postlarda açıklamıştım. Anıtkabir'deki asker koğuşunda boş boş yatarken (Askerlik, bilen adam için yan gelip yatma yeri. Sizi kandırmışlar.) aklıma küçükken büyüklerden dinlediğim o tekinsiz ve uyku kaçıracak düzeyde korkutucu öyküler gelmişti. Gece yolunu kaybedip, "düğüne" rast gelen adamlar, görünüp kaybolan "gelinler", kaynanasına "cadılık" yapan ama sonunda feci korkunç olaylar yaşayan gelinler. Ya da köylerde herkesin bilip, kimseye anlatmadığı o gizli hikayeler. Çocukken korkudan altıma edecek kadar korksam da, ilginç şekilde bu hikayelerin kendilerini dinletebilmesi, bana çok esrarengiz gelmiştir. İlginç şekilde bu tarz öyküleri anlatan, toplayan veyahut yazan insanlar olmalıydı; ben de Google'a "anadolu işi korku" yazmıştım, hiç unutmam. Arama sonuçlarında ilk çıkan sonuç da, "Anadolu Korku Öyküleri" idi. Kısa şekilde kitabın önsözüne göz gezdirdikten sonra aradığım kitabın bu kitap olduğuna karar verdim. Üstelik iyi haber olarak, kitabın bir ikinci cildi de vardı. Ramazan Bayramı'nda Anıtkabir Komutanı'nın tüm bölüğe çift çarşı vermesi üzerine, soluğu Kızılay'daki meşhur Dost Kitabevi'nde almıştım. Aslında yalan yok, Tolkien'in "Bitmemiş Öyküler" kitabını alıp almamakta çok kararsız kaldım. Sonradan yukarıda bahsettiğim o "gizem" hissi galip geldi ve kitabı alıp, Bourbon Cafe'ye doğru ilerledim. Acı bir Americano söyleyip, kitabın kapağını araladım. İlk öyküyü okuyup bitirdiğimde, Kızılay'ın orta yerinde, onca kalabalığa rağmen etrafıma bakındığımı dün gibi hatırlarım. Korku türüne olan ilgimi arttırıp, beni yazmaya, öğrenmeye ve eğlenmeye sevk ettiği için Anadolu Korku Öyküleri kitap serisinin yeri benim için çok başkadır. Özellikle bu serinin çok ciddi bir takipçisi ve tutkunu olarak, bir okuyucu gözüyle kitabı biraz inceleyeceğim bu postta. Evet, hadi başlayalım...

DİKKAT! POSTUN BUNDAN SONRAKİ KISIMLARI, KİTAP HAKKINDA DETAYLI ŞEKİLDE SPOILER VE YÜKSEK ORANDA EZBERBOZAN İÇERİR. KİTABI EĞER HENÜZ OKUMADIYSANIZ YA DA OKUMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ, SAYFADAN HEMEN AYRILMANIZ TAVSİYE OLUNUR.
Kitabın önsözü, bizi "Beyoğlu Kontu" lakabıyla tanınan, korkunun, gizemin ve fantastik edebiyatın üstadı Giovanni Scognamillo'nun öyküleri kısaca tanıtmasıyla başlıyor. Kitapta ufak ufak ipuçları verilen öyküler hakkında daha çok merakınız artıyor ve heyecanlanıyorsunuz. Ufak bir bilgi: Kitaptaki fotoğraf ve figürler, gerçek bir büyü kitabından alıntı.

1- Karatepe (Koray Günyaşar)
Karatepe, ilk dakikadan bizi "kırsalda geçen tekinsiz öyküler" okuyacağımıza inandırarak başlıyor. Baş karakter Osman, şehirde dikiş tutturamayıp, köyüne geri dönmek zorunda kalmış bir gençtir. Köy meydanına geldiğinde, kimseyi tanıyamaz. Hatta annesi, babası ve kız kardeşleri olduklarını iddia eden insanları da tanımaz. Çünkü onlar değillerdir! Köyün imamıysa, gencin "karıştığını" söyleyip, köylüyü Osman'ı karga-tulumba camiye götürmek için ikna eder. Osman, kalabalık içinden yalnızca köyün delisi Gafur'un aynı olduğunu dehşet içinde fark eder. Osman, camiden kaçıp, bilmediği bir dürtüyle Karatepe'ye doğru koşar ve mağaradan içeri girer. Burada, köyün delisini tekrar görür. Mağaranın içindeki bir kayanın üzerinde ateşten Arapça yazılar görür. Daha sonra köyün imamı mağaranın önüne, Osman'la konuşmaya gelir. İmamın davranışları biraz gariptir.
Normalde 80'li ve 90'lı yıllardaki Hollywood furyasında sıkça işlenen "istila" öğesi, öyküde tamamen Anadolu tarzıyla ve çok başarılı şekilde verilmiş. İlk anlarda, karakterin ailesini tanımaması ile, okuyucu da ilk etapta kendini karakterin yerine koyuyor, bir müddet sonra da "acaba gerçekten karakterin deliliği mi?" sorusunu sordurtuyor. Başlarda komedi unsuru gibi ortaya çıkan köyün delisinin, aslında başından beri her şeyi bilmesi ve karakterle beraber okuyucuya da verdiği "Kaybettin mi, buldun mu Osmaaaan?" gizli mesajı, sonlara doğru tansiyonu oldukça yükseltiyor, final cümlesinde de okuyucuyu adeta beyninden vuruyor. Kitap okuyucuda beklentiyi yüksek tutan bir öyküyle başlıyor. Ben bu öyküye 10 üzerinden 8 veriyorum. 

2- Gerçekte Onlar Hayvan Gibidir (Ayşegül Nergis)
Ayşegül Nergis, aslında öykü gibi değil, daha çok günce tarzıyla yazmış bu öyküyü. Dolayısıyla okunması da çok akıcı ve okuyucuyu kendinden koparmıyor. En büyük eksisi, adından dolayı öykünün çok erkenden çözülmesi. Köye yeni atanmış öğretmenin, yobaz ve geri kafalı köy imamıyla zıtlaşması ve öğretmenin bahçesindeki hayvanların anormal hareketleri, öyküyü olması gerektiğinden daha erken çözüyor. Yazar, biraz da köylerde yobazlığa varan tutuculuğa değdirme yapmış. Ama öykü, çözülse dahi, akıcılığından bir şey kaybetmiyor. Özellikle geceyarısı ay ışığında tüm hayvanların bilinçli şekilde ritüel alanına yürümeleri ve yine aynı yobazlıktaki köylülerin imamın pis işlerini yapmaları gibi öğeler oldukça ilgi çekiciydi. Ben bu öyküye 10 üzerinden 6 verdim. Dediğim gibi, öykünün en büyük eksisi, adından dolayı kolayca çözülebilmesi. 

3- Kuyu (Demokan Atasoy)
Sonraları ikinci ve üçüncü kitapta da güçlü öyküleriyle göreceğimiz Demokan Atasoy'un öyküsü. Öykü, kabaca intikamcı bir köylü güzelinin hikayesini anlatıyor bizlere. Ana karakter Anşa, kızı Güles ile köyün dışında yaşamaktadır ve köydeki tüm erkeklerin (köy muhtarı başta olmak üzere) rüyalarını süslemektedir. Köyün kadınları, Anşa'dan bu yüzden nefret etmekle birlikte, bir yandan da Anşa'ya mecburlardır: Çünkü Anşa, kendi atalarından büyü ilmini öğrenmiştir ve kadınlara isteksizce yardım etmektedir. Kadim zamanlarda dibindeki kuyunun su vermesi için insanların kurban edildiği koca bir ağaçtan da söz edilir. Anşa, kuyudan su çekmeye gittiğinde, ağaca küfreder. Tam o anda elindeki kova ağırlaşır ve Anşa, dengesini kaybedip, kuyudan aşağı düşer. Köyün kadınları ise, Anşa'yı çekemedikleri için ondan uzak bir yerde dururlar. Kadınlar, Anşa'nın yaralı olduğunu görürler ama ona yardım etmezler. Anşa, boğularak ölür. Ama ruhu intikam için geri gelir. Köydeki erkeklerin hepsine birer birer musallat olur ve hepsini öldürür. Köyün muhtarı, son çare olarak köyün en yaşlısı olan Hatça Nene'ye danışır. Hatça Nene de, muhtara "Topraktandoğan" ismiyle çağırdığı kadim bir tabiat ruhunu bulmasını söyler. Muhtar, Topraktandoğan'ı bulur. Topraktandoğan, bir adak istediğini, bu adağın da buluğa ermemiş bir çocuk olacağını söyler. Kadınlar, Anşa'nın küçük kızı Güles'i kurban ederler. Topraktandoğan, Anşa'yı kovar. Ama Güles'in ruhu geri gelir. Hamile olan Zeynep'in karnındaki bebeğin ruhunu alıp gider.

Anadolu'da anlatılagelen tabiat ruhlarını konu alan bir öykü. Özellikle okurken o köyde olduğunuzu hissedebiliyorsunuz, bu önemli. Selma Ana ve Zeynep'in Anşa'nın evine gittiği ve Anşa'nın Zeynep'i önce kızdırıp, sonra zorla kanını aldığı kısımlar çok güzel ve detaylı yazılmış. Diğer bir husus, kitapta okuyanın bile içini hoş edebilecek Anşa karakteri, giderek korkunç bir karaktere dönüşüyor. Kısıtlı bir sürede karakterin kararlı şekilde değişimi, koca bir takdiri hakediyor. Topraktandoğan isimli tabiat ruhu ise, öyküdeki "kurtarıcı" rolüne bürünür gibi olsa da, okuyana pek güven vermiyor, hatta belirsizliği ve gizemi açısından bir müddet Anşa'yı unutuveriyorsunuz. Finalde mutlu son beklerken, Güles'in ruhunun çok masum bir şekilde gelip (hayvani korkutucu bir öğedir bu) Zeynep'in doğmamış çocuğunu alıp götürmesi, final için gerçekten korkutucu. Ben bu öyküye 10 üzerinden 9 veriyorum. Kitabın da en sağlam öykülerinden. (The Ring ve Samara diyeni ıslak sopayla kovalarım.) Bir de bu öykü diziye veya sinemaya uyarlansa, Anşa karakterini İpek Tuzcuoğlu harika oynarmış diye düşünmeden edemedim.

4- Gelin Otu (Işın Beril Tetik)
Gelin Otu, eşi köy dışında olduğu için, yeni doğmuş bebeğiyle fırtınalı bir gecede evde yalnız başına kalan genç bir kadının yaşadığı dehşeti anlatan bir öykü. İlk önce genç kadının ensesinde duyduğu histerik kıkırdamalar size ilk korkuyu yaşatıyor. Genç kadının içten içe hissettiği, ama kimseye duyuramadığı, görünmez bir "ziyaretçinin" varlığı ile, siz bile okurken o fısıltıları kulağınızda duyuyor gibi oluyorsunuz. 

Kadının yaşadığı evde elektrik olmaması, fırtınalı bir gece, her yerinden sesler gelen ahşap bir ev, yalnızlık, çaresizlik ve tüm bunlardan habersiz minik bir bebek. Yazar, oluşturduğu müthiş atmosferle, çaresizlikle gelen korkuyu okuyucuya çok güzel hissettiriyor ki, kocaman bir artı puan. Genç kadının danışmak için gittiği köy imamı ve karısı ile diyaloğa girdiği sekanslar özellikle çok ilgi çekici.  "Sakın karanlıkta bahçene su dökme". "Gece yalnız başına çeşmeye gitme, sabah ezanından önce ahıra girme, biri seni çağırıyor gibi hissedersen cevap verme, duymamış gibi yap. Gelin otuna dokunma, sana bu otu getireni eve sokma." diyalogları gerçekten gizemi ve korkuyu oldukça yukarılara çekiyor ve inanılmaz başarılı. Sonlara doğru yükselen gerilim, korkunç bir finalle sonlanıyor. Bize de soluksuz şekilde öyküyü okumak kalıyor.

Şahsen ilk okuyuşumda şakağıma kurşun yemiş gibi olmuştum, hiç unutmam. Hatta sonraları, kendi öykülerimi yazarken de sevgili Beril Abla'nın bu öyküsünden ciddi şekilde etkilendiğim doğrudur. Bende Beril Tetik hayranlığı başlatan öyküdür ayrıca. Kitabın tartışmasız en iyisi. Ben bu öyküye 10 üzerinden 10 veriyorum. (Işın Beril Tetik'in askerleriyiz!)

5- Cevizin Gölgesi Hain Olur (Kayra Küpçü)

Kitapta aslında beni en çok hüzünlendirip, kalbimi sıkıştıran öykü buydu. Zira, öyküde anlatılan aşk çok saf. Doğayla içiçe gelişen öykü, çoban Kadir'in ölmüş sevgilisini görmesi, her gün onunla buluşmak için erkenden ceviz ağacının altına gitmesi, vuslat anı gibi öğeler vurgulandıkça korkmak şöyle dursun, Münir Özkul gülümsemesiyle olan biteni okuyorsunuz. Hatta öykü, belli bir kısımda ciddi ciddi erotizme de selam çakıyor. Çözülme süreci de burada başlıyor. Komşusu olan usta ve hanımının Kuran-ı Kerim'den Nas-Felak okuması, Kadir'in titreyip, kriz geçirmeleri ve en sonunda kızın ruhunun Kadir'e değişik bir ses tonunda hönkürmesi ve en sonunda yaratığın, Kadir'in tüm yaşam özünü çekip almasıyla öykü final yapıyor. Açıkçası duygu yoğunluğu, ürkünçlüğünden daha baskın bir öykü. Ama güzel mi? Tabii ki! Ben bu öyküye 10 üzerinden 7 veriyorum. 

6- Güzay'ın Bin Dilek Ağacı (Galip Dursun)
Kitaptaki en zengin otantik ve yerel öğelere sahip öykü. Okuyanlar, demek istediğimi anlayacaklar. Girişteki ritüelin gerçekleştirilmesi, Zeynep'in rüyalarında gördüğü Çakıl Sokak ve sokağın yuttuğu sünnetlik çocuğun bahsedildiği kısımlar gayet başarılı. Köy kahvesinde muhtarın, aslında bir "üç harfli" olan Ural'a köydeki ecinnili hikayeyi anlattığı kısımlar, ayrıca başarılı. Öyküde bahsedilen Çakıl Sokak, bende niyeyse Stephen King'in Pet Semetary'sindeki patika yolu anımsattı. Kitabın son öyküsü olan Güzay'ın Bin Dilek Ağacı, içeriği ve yazılışı itibariyle kitabın en "oturaklı" öyküsü. Ben bu öyküye de 10 üzerinden 8 verdim. 

Sonuç olarak, kitabı alın, aldırın, buldurun. Son zamanlarda sinema haricinde yükselememiş Türk korkusunu düşünürsek, yazın olarak da Türk korkusuna yeni bir boyut kazandıran bir kitaptır Anadolu Korku Öyküleri.

İkinci kitabın yorumunu da boş vaktimde nasip olursa buralara karalarım. İkinci kitabın yorumunda buralarda olabilmek dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder