4 Aralık 2016 Pazar

Bedel

           -BEDEL-

1954 Aralık – Demiray Akıl Hastanesi 


Odanın tepesinde parlayan büyük ışık, odanın kenarlarına aynı bonkörlüğü göstermiyordu. Tavandan akan yağmur suyu, duvardaki sıvayı balon gibi kabartmıştı. Şıpırdayan suyun sesi, dışarıdaki fırtınanın sesiyle birleşiyordu. Çakan şimşeklerin ışığında, ağaçların silüetleri, bir pagan ayininde çılgınca dans eden insanları çağrıştırıyordu. Koridordaki belli belirsiz inlemeler, histerik bağırışlar, arasıra bu senfoniye katılıyordu. Tavandan akan suyun damladığı yerde, çerçeveli bir resim vardı. Odadaki sessizliği bozan şeyse, su damlaları yere düştüğünde çıkan, ince bir “hı?” sesiydi. Odada yalnız değildim. Işığın ulaşamadığı kuytu köşelerden birinde sinmiş, masmavi iki göz, yüzüme doğru bakıyordu. Genç bir kızdı bu; muhtemelen 23-24 yaşlarındaydı. Bir aya yakındır bu hastanedeydi. Şizofreni teşhisi konulduktan sonra, kızın tedavisinde yetersiz kalan hastane heyeti, bu konuda farklı bir yol umudu görerek, beni çağırmıştı. Kızı önce kendim görmek istedim. (Biraz olsun yakınlık kurabilmek ve onun bana bazı şeyleri anlatabilmesini sağlamak içindi bu) Odanın demir kapısı, acı bir gıcırdama ile açıldı ve koridordaki bozuk floresan ışığı, odanın içine süzüldü. Başhekim, yanında en güvendiği iki öğrencisiyle odaya girmişti. Bu iyiydi. Zira, bu tecrit odasında, tehlike arz edebilecek bir hasta ile böyle bir ortamda kalmak, benim bile sinirlerimi bozmuştu. Ayağa kalktım. Başhekim, elimi sıkarak, “Selim Bey, geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizin gibi işinin ehli bir psikiyatrı aramızda görmekten çok mutluyuz.” dedi. Gülümseyerek, “Teşekkür ederim hocam, size yardımcı olmayı çok isterim.” diyerek, yerime oturdum. Diğer iki stajyer öğrenci ise, sıkıcı bir ciddiyet takınmışlardı. Suratları elli karıştı; Gestapo gibi sert ve kararlı hareketleri vardı. Başhekim, bakışlarını odanın kenarına çökmüş, ileri-geri sallanan genç kıza doğru çevirdi. Babacan bir tavırla, “Hadi bakalım Hanife, Selim Bey, buraya senin için geldi. Belki biraz konuşursunuz, sana da iyi gelir, ne dersin?” diyerek gülümsedi. Hanife, başhekime bakmadı bile. Bakışları, tek bir yerde birleşmişti. Başhekim, öğrencileriyle ayağa kalktı ve “Müsadenizle, bazı işlerimiz var. Malumunuz, bu kadar hastayla uğraşmak meşakkatli iş.” diyerek, gülümsedi. Öğrencilerine dönerek, “Selim Bey burada birkaç gün misafirimiz olacak çocuklar, kendisini en iyi şekilde ağırlayın.” dedi. Öğrencileri başlarını eğerek onu onayladılar ve odadan çıkıp gittiler. Kapının kapanırken çıkardığı ses, odanın içinde ürkütücü bir yankı yaptı. Bu işlerde deneyimli benim gibi insanları bile çıldırtabilecek bi sesti bu. Kapının kapanması ile, Hanife, kendinden beklenmeyecek bir sakinlikle karşımdaki sandalyeye oturdu. Şaşkınlığımı üstümden atamadan, yavaşça eğilip, fısıltıyla “Onlara güvenmiyorum. Onlar yaptı biliyorum.” dedi. Bu sözlerinin üzerine, sıfırdan başlamayı uygun bulup, ona buraya nasıl ve ne sebepten geldiğini sordum. “Her şey benim için. Tüm bu olan, biten.  Çiçekler de benim için, Sarıkız da benim için, ev de benim için, her şey ben!” demişti. Konuşurken yüzü ve vücudu istemsiz şekilde seğiriyor, sanki biri arkasından dürtüyormuş gibi omuzlarını silkeliyordu. Sonra kafasını hızlıca sallamaya başladı, aklına gelen bazı kötü şeyleri defetmeye çalışır gibiydi. Sonra, yine o sakin, mantıklı haline geri döndü. Yavaşça, “Bunun sonu yok, kaçınılmaz olan muhakkak gelecek Doktor. Benim için gelecekler ve beni kimse kurtaramaz artık! Ah Hasan ah!” diye bağırdı. “Senin için kim gelecek?” diye sordum. “Onlar” dedi sadece. “Onlar her yerde doktor. Hepimizin içindeler. En gizli, en pislik ve en aciz şeylerimizi bile görüp, duyarlar. Bir bedeldir bu! O Hasan dürzüsü yüzünden bunlar! Hep onun yüzündendi de kimseler bişey diyemediydi! Ben ne yaptım ki? Bana ne, bana ne!” diye bağırarak, ayağa kalktı. Duvara koşup, kafasını duvara vurmaya başladı; üstünü başını yırtıyor, kendine zarar veriyordu. Bir çeşit sinir nöbeti geçiriyordu. Kapıdaki hastabakıcılar, sesi duyarak, derhal odaya girdiler ve Hanife’yi yatıştırdılar. Hanife, ilacın etkisiyle uyuyakalmıştı. Derhal başhekimin odasına giderek, Hanife ile ilgili dosyayı istedim ve dosyadaki bilgileri incelemeye koyuldum. Hanife, güzeller güzeli bir köylü kızıydı. Kuyutepe ismindeki bir köyde yaşıyordu. Bahsettiği Hasan adındaki kişinin nesi olduğu, buradaki dosyada yazmıyordu. Bahsedilen köyün buraya yaklaşık üç saat uzaklıkta olduğunu öğrendim. Hastane görevlilerine odamı hazır tutmalarını, Kuyutepe köyüne gideceğimi haber verdim. Hazırlığımı yaparak, arabama atladım ve köye doğru yol almaya başladım. Haziran ayında vilayet olmuş olan Sakarya’nın gözden uzak bir köyüydü burası. Köyün tabelasını gördüğümde daha da heyecanlanarak gaza bastım. Ama şehir yollarına alışık olan bu Chevrolet’nin köy yolunda çamura saplanıp kalması biraz hevesimi kırmıştı.  Aralık ayında, bu köy, kutuplardan daha soğuk olabilirdi. Şansıma, at arabasıyla oradan geçmekte olan bir köylü, beni kendi arabasına aldı ve köye yardım istemek için götürmeyi teklif etti sağ olsun. “Hayırdır beyim, senin gibi adamlar pek uğramaz burlara? Ben Cemal. Buyur köye kadar gidek, orda çekiveririz tomofili” dedi. Teşekkür ederek, yanına oturdum. “Ben doktorum, bir hastam var, bu köyde yaşıyormuş, adı Hanife” deyince, köylünün yüz ifadesi değişti. “He ya, Hanife.” dedi. “Hayatı kaydı gencecik kızın. Hasan’dan oldu hep. Açgözlüydü, açgözlü!” diyerek, kırbacını atlarına şaklattı. Bazı yanıtlar buluyordum ve bu hoşuma gidiyordu. İki sigara çıkarıp, Cemal’e de ikram ettim. “Kim bu Hasan?” diye sordum. “Hasan? Hee benim uzaktan amcaoğludur yahu Hasan! Yolu yol deeldi, ama yine de severdim hergeleyi. Hanife’nin başını yakan da odur ya!” dedi. “Neler oldu peki?” diye sormama kalmadı, “Aman be dohtor, pek karıştırma mevzuyu. Aha sırf bunnarın bokuna, hanidir köye gelen giden de yoh artık. Senden gayrı, aha burlara kimse gelmez-gitmez oldu!” dedi. “Ama seni Hanife’nin ablasına götürem ben. Zate, ailesinden bi o galmıştır! Hele Zişan Abla’ya götürem seni, he he.” deyince, bahsedilen Zişan Abla’dan bazı cevaplar alabileceğimi düşünmüştüm. Köyün girişine yaklaşırken, biraz hızlı giden Cemal’in arabasının tekeri kırılmıştı. Arabadan indi ve küfür ederek “Gaç kere bizim Ahmet’inen mehtup yazdık Angara’ya, hala yapacaklar şu yolu! Allah bu Menderes’i ıslah etsin! Dohtor, Zişan Ablagil’in ev, aha şu kırmızı evin ordan sola döncen, garşına avlulu bir ev çıkacah. He, o evdir işte! Zate sorsan gösterirler, haydi kolay gele!” dedi. Pantolonum çamur içinde kalmıştı, ama sonunda köye varmıştım. Köyde ev çoktu, ama içleri boştu. Köy meydanında da, su almaya giden birkaç kadından başkası yoktu. Evlerden birinde, genç bir kızın beni pencereden izlediğini fark ettim.  Göz göze gelince, gözleriyle bana işaret ederek, perdeyi kapattı. Sonra evin kapısı yavaşça açıldı. Fısıltıyla, “Hanife için geldiniz de mi? He, size diyeceem var” demesine kalmadan, bir anda annesi çıkageldi ve kızın saçına yapıştığı gibi içeriye fırlattı. “Ne Hanife’si kız? Hanife manife yok, biz bişey bilmiyoz, de hayde git defol sen de!” diyerek kapıyı suratıma vurdu. Şaşkınlığımı atamamama rağmen, kızın Hanife’nin arkadaşı olduğunu anlamam gecikmedi. Lakin, olayın aslını Zişan Abla’dan öğrenebilirdim. Ev, aslında köydeki diğer evlere nazaran daha gösterişli gibiyse de, tuhaf şekilde yorgun görünüyordu. Evin kapısını iki kere vurdum. Uzun bir süre sonra, kapı, ağır ağır açıldı ve elli yaşlarının sonuna gelmiş gibi görünen bir kadın, kapıda belirdi. “He? Buyurun kime bakmıştınız?” diye sordu. “Ben Hanife’nin dokto…” diyemeden, “Defol get burdan! Hanife gafayı sıyırdı, sıyırdı! Allah’ın cezası, o dürzü Hasan’a uydu! Hanife diye bacım yohtur, defooool!” diye bağırarak, kovmuştu beni evden. Akşam çökerken, köy muhtarının sayesinde, köydeki boş evlerden birinde geceyi geçirecektim. Böylesine kaba insanların aksine, muhtar, sevecen bi adamdı, Hanife’den bahsedince konuyu değiştirip, bana konaklayacak bi yer bulup bulamadığımı sormuştu. Hayır cevabına istinaden, yardımcı olmuştu bana, Allah razı olsun. 

Odamda üzerimi çıkarırken, ceketin cebinde bir kâğıt parçası gözüme ilişti. Kağıtta, “Gece 7 köy kahvesi ahır arkada olacam.” yazıyordu. Çok bozuk bir yazıydı. Yazıyı yazan, Hanife’nin arkadaşıydı. Akşamı zor ettim. Göz önünde olmamaya çalışarak, köyün bir kısmını dolaştım. Hava daha da soğuyordu. Saat 7’ye gelirken, kızın bahsettiği ahırın içine girip, beklemeye başladım. Beklerken, ahırın uçtaki karanlık kısmında bazı sesler geliyordu. Bir hayvan, veya bir haşereden gelemeyecek kadar kararlı bir sesti bu. Tedirgin olmuştum. Oradaki uzun saplı bir yabayı elime alarak, sesin geldiği yöne doğru yavaşça ilerledim. Yabayı sesin kaynağına vurduğumda, “Anam!” diye ince bir bağırış duyuldu. Hanife’nin arkadaşı Selma idi bu. “Anam, anam, anam! Beyim ne ettin sen!” diye bağırıyor, başını sıvazlıyordu. Rahat bir nefes almıştım. Kırsaldaki bazı “açıklanamayan olayların” ahırlarda hâsıl olduğunu, eskilerden işitmiştim. Kızın, önemli bir şeyi yoktu. “Siz dohtorsunuz de mi? Hanife için geldiniz, he?” dedi heyecanlı heyecanlı. “Evet, Hanife için geldim, bir de Hasan diye birinden söz ettiler, ama…” derken, “Hasan! vıyy, ne hoş çocuktu Hasan!” dedi utanarak. “Gendi çakalın tekidi, Hanife için yaptı o her şeyi. Sen inanma kim ne dediyse. Ben olayın aslını sağa anlatacam. Hanife iyi olcaksa, her şeyi anlatırım ben sağa” deyip, karşıma oturdu…



18 Haziran 1954 – Kuyutepe Köyü 

 

Gecenin karanlık bir saatinde, köyün uçlarına doğru uzanan ormanın içinde, bir grup genç, fısıltılarla konuşarak, ormanın derinliklerine iniyorlardı. Konuşurlarsa, sanki başlarına bir şey gelecekmiş gibi bi halleri vardı. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdüler ve tepeye doğru uzanan yolda, eski Bizans kalıntılarının bulunduğu mağaranın önünde durdular. Yanlarında getirdikleri kazma-kürekleri indirerek, mağaranın dışındaki kuytuda kalmış bir bölgeyi kazmaya başladılar. Define arayan bir grup gencin aksine, hareketleri oldukça rahat ve kendinden emindi. Onlara katılan hoca, yavaş yavaş okumaktaydı. Bir yandan da, gruptakileri dikkatle izlemekteydi. Define aramaya gittiklerinden ise, kimselerin haberi yoktu. iki saat boyunca durmadan kazdılar. Aralarından Necmi, sonunda sert bir “taşa” kazmasını vurduğunu söyleyince, grubun en atik ve yakışıklı delikanlısı olan Hasan, hemen o yöne seğirtti. Buldukları şey, büyük bir sandıktı. Grup, çok heyecanlanıp, sandığı hemen çıkarmak istese de Hasan, arkadaşlarına engel oldu. Sandığı, büyük bir Bizans yapımı kilit tutmaktaydı. Bir kürek darbesiyle kilidi kıran Hasan, herkese gözlerini kapatmasını söyleyerek, sandığı açtı. Kendi gözleri de kapalıydı. Sandığa bakmadan, belinden kamasını çıkarıp, avucunu kesti. Elinden akan kanı, sayarak sandığın içine damlattı: Bir, iki, üç, dört, beş, altı… Kanını sandığın içine boşaltan Hasan, gözlerini yavaş yavaş açtı ve ormanın içinde sevinç çığlıkları yankılanmaya başladı: Çok büyük bir hazine bulmuşlardı. Sandığın içinde, bazı işlenmiş değerli taşlar da bulunuyordu. Hasan, sonunda büyük bir hazine bulmuş, zengin olmuştu. Grup, zengin olmanın sarhoşluğuyla sevinç naraları atıyordu. Hasan, gülümseyerek “Hanife” diyebildi sadece. Hoca ise, sevinmiyordu. Sinirli ve kızgın şekilde Hasan’a bakmaktaydı. Hasan ile göz göze geldiklerinde, Hasan, yüzünü ondan çevirerek, sevince ortak olmaya çalıştı. Dolunayın aydınlattığı bu gecede, zengin olmuş bir avuç gencin sevinç çığlıkları, ormandan yükseliyordu, bir kişi hariç. O da Hoca idi…

24 Mayıs 1954 – Kuyutepe Köyü


Köyün üstünde tek bir bulut bile yoktu. Güzel bir geceydi. Hava sıcaklamış, bahar gelmişti. Tüm köy halkı, köye gelen film ekibini ilgi odağı haline getirmişti. Set ekibi haricinde, Neriman Köksal ve Ayhan Işık’ı görebilmek, köyde büyük bir hadise olmuştu. Tüm köy halkı, başta muhtar olmak üzere, set ekibi ve oyunculara iyi davranıyor, konukseverlik gösteriyordu. Tüm kızlar, Ayhan Işık’ı uzaktan dahi olsa görebilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Hepsi onunla ilgili hayaller kuruyor, bulabilenler, Işık’ın resimlerini odalarının (anne-babalarının göremeyecekleri yerlere) gizli yerlerine asıyorlardı. Hanife’nin aklı ise, set ekibinden Kemal’deydi. Kemal, set ekibi kameramanlarından biriydi ve köydeki ilk gecesini, Hanife’lerin evinde misafir olarak geçirmişti. Kemal ve Hanife, birbirlerini görür görmez etkilenmişlerdi. Gerçekten çok iyi anlaşıyorlardı, aralarındaki şey, yavaş yavaş aşka dönüşmekteydi. Hanife, Kemal ile evlenip, şehir yaşamına adım atmayı ve bu köyden çıkabilmeyi umuyordu. Kemal ise, işi biter bitmez soluğu Hanife ile gizlice buluştukları yerde alıyordu. Yorucu geçen uzun günün sonunda, Hanife, sevgilisiyle buluşmak için gizli yerdeydi. Birbirlerine olan aşklarını yineleyip, aynı vakitte buluşmak için sözleştiler, ama yalnız değillerdi. Hanife, gizlice eve doğru giderken, patika yolun kenarında bir ses duydu. Adımlarını sıklaştırarak yürürken, sesin, hızlanarak, onun önüne geçtiğini fark etti. İyice korkan Hanife, içinden nenesinden öğrendiği duaları sayıklayarak koşmaya başladı. Tam evine dönen yolun kenarındaki çalılığa ulaşmıştı ki, çalının içinden atlayan siluetle çığlık attı. Bu silüet, Hasan’dı. Hanife, “Allah cezanı versin be hayvan herif!” diye soluklandı. Hasan gülüyordu. “Senin şeerli filmci seni evine götürmüyo mu kız?” dedi. “Saane la filmciden? Götürür-götürmez, onun bilceği iş.” dedi Hanife. Bunu işveli, cilveli bir edayla söylemişti. Hasan, ona bakarken bir an, aklının başından uçup gittiğini fark etti. Hanife, Hasan’ın ona olan imkânsız aşkını biliyordu. Lakin, Hanife’nin gözü yükseklerdeydi; şehre gidecek, hizmetçileri olacak, “tomofillerin” en güzeline binecekti. Köy hayatını sevse de, bu, onun için yeterli gelmiyordu. Çobanlık yaparak elin geçirdiği üç beş kuruşu da kumara harcayan Hasan, onun gözünde bir hiçti. En fazla Hasan, onun uşağı olabilirdi. Geçmişte Hasan’a ilgi duysa da, sonraları Hasan’dan kendisine koca olmayacağını düşünmüştü. Hasan’ın ise, Hanife için yapmayacağı şey yoktu. Hasan, Hanife’nin koluna yapışarak, “Baa bak kız! Seni ne o zibidi filmciye, ne de başkasına yar ederim! Bağa varacan!” diye haykırdı. Hanife, Hasan’ın suratına okkalı bir tokat aşkederek, “Hooşt! Saa mı kaldım la ben! Sen Kemalımın sıçtığı bok olaman! Hem tomofilin bile yohtur senin!” diyerek, başörtüsünü düzeltti. Hasan, çaresiz, “Görecen kız! Görecen! Önce bu köyü alacam! Sonra seni! Herkes Hasan kimimiş görcek!” diye arkasından bağırdı. Hanife gözden kaybolunca, Hasan, yediği tokatın ve aşağılayıcı kelimelerin tesirinde kalmıştı. En sonunda hızlıca kalkıp, köyün dışındaki patika yola hızlı hızlı yürümeye başladı. Patikada yürürken, tüm orman, sanki Hasan’ın gideceği yere varması için uğraşıyordu. Ağaçlar, bir uşak gibi Hasan’a patika yolunu açıyor, ağustosböcekleri ve kuşlar, sesleri ile Hasan’a “buradan gel!” diyor gibiydi. Hasan, önündeki tepeyi görünce heyecanlandı. Adımlarını sıklaştırıp, tepenin dibindeki  eski eve yöneldi. Evin bahçesine girdiğinde, ne kadar yorulduğunu anlamamıştı. Kendine pek kısa bir dinlenme verdikten sonra, evin karanlığına doğru ilerledi. Evde hiç ışık yoktu. Eve girdiğinde, karanlığın içinden gelen boğuk bir “Kim o?” sesi duyuldu. Hasan, duyduğu bu ses yüzünden, az kalsın düşüp bir yerini kıracaktı. Kendini toplayıp, sesin geldiği yöne doğru gittiğinde, ufak bir mum ateşiyle aydınlanmış, geniş bir oda gördü. Ufak bir mum ateşi yanıyordu; önündeyse, ufak tefek bir ihtiyar oturuyordu. İçine çektiği tütünün dumanı, evin çatlayıp, kabarmış kıvrımlı köşelerinde salınıyordu. Hasan’ın korkusu geçmişti. “Mehdi Hoca?” dedi adama doğru eğilerek. Mehdi Hoca, istifini bozmadan ağır ağır, “Aah Sabahat’ım ah! Ben de gençken aha böyleydim işte. Yarin gözündeki minik bir parıltı için Mecnun gibi dağları bile delerdim!” deyiverdi. Hasan, Mehdi Hoca’nın bildiğini anlamıştı. Hep bilirdi ya zaten! “Amman kurbanın olam Mehdi Hoca! Sen benim maruzatımı iyi bilirsin. Bağa bir yol göster!” dedi. Mehdi Hoca, yavaşça başını Hasan’a çevirdi, “Ulan yüzüne bakılcek adam deelsin! Sen yat kalk, o nenene dua et! Yoksa yatcek yerin yok!” dedi. Hasan, “Mehdi Hocam, vallah billah ölcem ben bu kızın aşkından! Kulun kölen olam, bi yol göster! Zengin olursam, hem köyde sözüm geçer, hem Hanife benim olur. Bedeli neyse söyle! Ben hazırım ödemeye!” dedi. Mehdi Hoca, alaycı şekilde dönüp, “Demek ödersin he?” dedi. “Öderim vallah! Neyse söyle! Yeter ki söyle!”. Hasan, sadece Mehdi Hoca’dan bu işin çaresini bulabileceğini biliyordu. Yıllar önce, Mehdi Hoca, Hasan’ın nenesine tutulmuştu. Sonradan “bu işlerle” haşır neşir olduğu için köy halkı, ondan rahatsız olmuş, oturmasına izin verilmemişti. Mehdi Hoca, ocakta yanan ateşin önüne gidip fısıltıyla, “İstediğin neyse onu dile! Olur bir şekilde! Lakin bedeli ağırdır! Er ya da geç, her borç ödenir, her hesap kapatılır!” deyip, Hasan’ı köyün çıkışındaki dörtyol ağzına gönderdi. Hasan, hemen hızlıca yola koyuldu. Yolda, Mehdi Hoca’nın sesi, adeta beynini delip, geçiyordu: “Üç tel saçınlan, iki damla kanın lazım! Bir de sana ait olan bir şey! Bunları bir kutu içine koyup, dörtyolun tam ortasına gömcen. Sonra bu gömdüğüne sırtını dönüp, bekle. Üç kere soğuk bir yel, boynundan içeri gircek. Üçüncü esmeden bakmayasın ha! İliğini, kemiğini kurutur uğursuz! Üçüncü yel koynuna girdiydi mi, sırtını dön. Orada güzeller güzeli bir kız göreceksin. Sakın meftun olup, kapılmayasın! Gecenin karanlığına karışır, gidersin alimallah! Senin muhatabındır o! Dilediğini, o kıza söyleyecen! Bir aya gerçek olacak, en imkânsız hayallerin! Bedelini de, vaktiyle sana bildirecek! Sabah namazına kadar, yılmadan, korkmadan yol ağzında durunursan, dileğin kabul olmuş bil!” 
Hasan, dörtyolun ağzına geldiğinde, içi içini yiyordu. Mehdi Hoca’nın evinden aldığı minik bakır kutunun içine, üç tel saçını koydu; sonra amcaoğlu Cemal’in İzmit’ten ona getirdiği işlemeli çakmağı kutuya yerleştirdi. Sonra, belinden çakısını çıkarıp, avucunu kesti. İki damla kanını, hem saçına, hem de çakmağa değecek şekilde damlattı. Kutuyu kapatıp, Mehdi Hoca’nın söylediği şekilde sırtını kutuya dönüp, beklemeye başladı. Hasan, korkudan çenesinin titrediğini hissetti; arkasında ne olduğunu bilmediği bir şeyle, ormanın içinde baş başaydı. İlk yel geldiğinde, Hasan, aklını yitirecek gibi olup, istemsiz bir çığlık attı; ama vücuduna değen bu hafif serinlik hissi, hoşuna gitmişti. Hasan, içinden okumaya başlamıştı. İkinci yel geldiğinde, Hasan, şakaklarından buz gibi terler boşandığını fark etti. Bir an, dönüp, arkasına bakmayı düşündü; ama Mehdi Hoca’nın dedikleri aklına geldi ve dehşet içinde bunu yapmaktan katiyen vazgeçti. Üçüncü yel, diğerlerinden daha şiddetliydi; etraftaki ağaçlar, Hasan’ın yazgısını kutlayan rakkaseler gibi iki yana savruluyorlardı. Yel, Hasan’ın koynundan çıktığında, Hasan, hem korkudan, hem de anlayamadığı için sırtını dönemiyordu. Biraz bekledi. Tam o anda, yanında durduğu ağaçtaki sığırcık sürüsü, büyük bir gürültüyle uçarak gittiğinde, doğru zamanın geldiğini anladı. Yavaşça sırtını döndü. Hasan, gördüğüne inanamamıştı: Saçları gece karası, teni sütten daha ak, masum bakışlı, siyahlara bürünmüş bir güzel, kendisine bakmaktaydı. Hasan, dehşetle kızın gözlerinin kan kırmızısı olduğunu fark ederek, geriye iki adım sendeledi. Kız, “Söyle bakalım Ramazan oğlu Hasan, nedir isteğin?” diyerek, Hasan’a yaklaştı. Hasan, kızın gözlerindeki dehşeti iliklerine kadar hissediyor, konuşamıyordu. Sadece, “çok zengin olmak istiyom. Hanife’yi istiyom.” diyebildi. Kız, “Ne dilersen senindir, Ramazan oğlu Hasan! Lakin, bedeli ağırdır bu isteğin! ‘En kıymet verdiğindir o bedel, geri dönüşü de yoktur!” dedi fısıldayarak. Hasan, ilginç şekilde dileklerinin kabul olacağına inanmıştı: “Olur. Ama ne zaman ödeyecem?” diye sordu. Kız ise, “Altı kere dolunay sayacak, altıncısında borcunu vereceksin Ramazan oğlu Hasan! Olur da borç ödenmezse, karanlığa yitip, gidersin. Ölüm dahi kurtarmaz seni!” dedi. Hasan’ın gözlerindeki hırs, daha da büyümüştü. Kararlı şekilde, “Kabul, neyse ödeyecem!” dedi kızın gözlerine bakarak. O an, bunu nasıl yapabildiğini kendisi de anlamamıştı. Kız, o korkunç gözleriyle gülümseyerek, eğilip, Hasan’ın yanağına bir öpücük kondurdu. O anda köyden gelen bağrışma sesleri, Hasan’ın dikkatini çekti. Köye baktığında, filmcilere verilen bir davet yapıldığını anladı. Aklına Kemal gelmişti. Ruhundaki hiddet, son safhasındaydı. Dönüp baktığında, dörtyol ağzında yalnız olduğunu fark etti…

7 Kasım 1954 – Kuyutepe Köyü

Fırtınanın Kuyutepe ’de daha bir şiddetli olduğu zamandı. Yollar balçık gibi olmuştu. Hasan’ların evinde ufak bir kalabalık vardı. Hasan, zengin olduktan sonra ilk işi en güzelinden bir tomofil almak olmuştu. İstanbul’a halasının oğluna gitmişti. Ama gece vakti arabayla, hem de o bozuk yollarda, üstelik de alkollü şekilde yola çıkıp, hızlı sürmek, hiç de akıllıca değildi; Hasan, bunu hayatıyla ödemişti. Biriciği Hanife, gözyaşları içindeydi; kocasının genç yaştaki ölümü, kendisini kahretmişti. Hasan’ın hazine bulup, zengin olduğu gecenin sabahında, filmci Kemal’in bir sabah selamsız, vedasız köyü terk etmesi, Hanife’yi çok etkilemişti. Kemal, onunla gönül mü eğlendirmişti, yoksa başka kendince sebepleri mi vardı? Bunu çözemiyordu, ama Kemal artık gitmişti. Hasan’ın bin bir tatlı dil ve zenginlik gösterileri sonrasında, ablası Zişan, Hanife’ye Hasan’la evlenmesi için baskı yapıyordu artık. Hasan’ın son model Chevrolet’siyle Hanife’lerin evinin önünden sürekli geçmesi de, köy halkını bıktırmıştı. Sonunda, Hanife, Hasan’la evlenmeyi kabul etmişti. Davullu, zurnalı müthiş bir düğünle evlenmişlerdi. Üç aylık yeni gelin Hanife, kocasını kazada kaybetmenin şokundaydı. Akşam çökmüştü. Evde fazla insan yoktu. Köyün kalabalık mahallesi dahi, Hasan’ın cenazesine gelemiyordu. Yol zaten bozuktu, üstelik fırtına da yaklaşıyordu. Kadınların bulunduğu yerde, Hasan’ın ablası Ayşe, Hanife, Zişan ve Selma vardı. Esma Nine ise başköşede sessizce oturuyordu. Köyün en büyüğü, sözü sayılan bir kadındı Esma Nine. Herkes, içinden çıkamadığı konularda Esma Nine’ye gelir, akıl danışırdı. Hatta çevre köylerden dahi gelenler olurdu. O ise, misafirlerini kabul eder, kalan zamanlarda da dişsiz ağzıyla çocuklara korku hikâyeleri anlatırdı. Sonunda da “Haamm!!” diye bağırıp, korkan çocukların arkasından kah kah gülerdi. Erkeklerin olduğu odadaysa, Hanife’nin eniştesi Süleyman, arabacı Cemal, muhtar, Hasan’ın eniştesi Halil ve arkadaşı Osman vardı. Defineyi bulup, zengin olan gruptan kimse, köyde kalmamış, hepsi köyü terk etmişti. Kimse konuşmuyordu. İki odada da tek bir gaz lambası yanıyordu. Herkes, lambanın ışığına gözlerini dikmişti. İçten içe herkes, Hanife’ye üzülüyordu. Gök gürültüsü ile birlikte müthiş bir fırtına başlamıştı. Sobanın gürüldeyen ateşi, tavanı az da olsa aydınlatıyordu. Evin arkasında akan derenin sesi, fırtınada dahi duyuluyordu. Köyün imamı ise, ayrılırken, Hasan’ın ailesine başsağlığı dilemiş, sonrasında Esma Nine’yle iki saat kadar konuşmuştu. Sessizliği ilk bozan, Hanife’nin eniştesi Süleyman olmuştu: “Zişan! Haydi, geç oldu, fırtınaya kalmayalım, yoksa aha burada kalıveririz. Haydi, kalk.” demişti. Eşinin sesini duyan Zişan, yanına giderek, “Ben burda kalıyom bu gecelik, Hanife’m iyi değil, yarın gelirsin almaya” diyerek, Hasan’ın ablası Ayşe ile göz göze geldi. Kalktıklarında, Selma da, “Zişan Abla, Süleyman abiye söyle de beni de eve götürse he? Anam merak eder şimdi.” dedi. Zişan, “Tamam kızım, zaten Osman da gelecek. Sıkışır, gidersiniz yavaş yavaş.” deyince, Selma’nın yanakları kızardı. Zişan, durumun farkında, “Hadi sallanma sallanma!” diye paylayarak, kapıya doğru yöneldi. Muhtar da, kendi arabasına gitmeden önce, Esma Nene ’ye gidip, “Nenem, sen gelmiyon mu? Hem yorulmuşundur, gel sen, eve götürem seni, he?” deyince, Esma Nene, başını bile oynatmadan, Muhtar’a göz ucuyla baktı. “Sen get! Ben gelmiyom! Hanife’mle kalacam bu gece! Ne olur, ne olmaz!” dedi. Muhtar çaresiz, “Sen bilirsin nenem… Haydi, cümleten hayırlı akşamlar.” diyerek arabasına bindi. Misafirler gittiğinde, ev, daha bir boş kalmıştı. Fırtına da şiddetlenmişti. Artık dışarıdaki at arabaları dahi görünmüyordu. Fırtınanın uğultusu, eski ahşap evin tahtalarını zorluyordu. Ayşe ve Hanife, vakit çok geç olmasa da, ev halkına yatak açmaya gittiler; Cemal de yatıya kalacaktı. Esma Nine ise, uyumayıp, bekleyeceğini söyleyince, ona hiç ilişmediler. Herkes uyuduğunda, Hanife, sırtüstü uzanmış, yatağında tavana boş boş bakıyordu. Acaba ne yapacaktı? Acaba kendisini alan olur muydu ki? Olurdu ya! Gençti, güzeldi, tüm köy delikanlılarının uzaktan uzağa bakıp, iç çektiği kızdı o. Hem Hasan’ın ne haylaz olduğunu bilmeyen mi vardı ki? Er ya da geç, mutlu olacaktı. Ama daha da önemlisi, aybaşından beri gördüğü korkunç rüyalardı. Rüyalarında gördüğü o korkunç görüler, aklına geldiğinde, Hanife, yorganı üzerine çekti. Korkmuştu. Esma Nine’nin ona küçükken anlattığı hortlak Bizans askeriyle ilgili öyküyü dinlemişti. Dışarıdaki fırtına, ağaçları savurmaya devam ediyordu. Hanife, aklına Kemal ile yaşadıklarını getirerek, korkusunu yenmeye çalışıyordu. Esma Nine’nin mırıldanışlarını odasından duyabiliyordu. İçine bir ferahlık gelmişti. Gözlerini kapatacakken, Esma Nine’nin sesi kesildi. Tam o anda, penceresinin camına bir “şeyin” vurduğunu duydu. Hanife’nin kanı vücudundan çekilmişti. Çığlık atmak istese de, atamadı. Odanın öteki ucunda, ayakta korkuyla dikilmiş, pencereye bakıyordu. İlk önce, Osman’ın bir şey unutup, geri döndüğünü sandı. Hep unuturdu zaten şaşkın herif! Ama tekinsiz bir “cama tıklama” idi bu; Osman’ın yapacağı türden bir şey değildi. İçindeki merak duygusu, onu ele geçiriyordu. Yavaşça perdeyi kaldırdığında, kara bir siluetin kan kırmızısı gözleriyle camın dibinde kendisine baktığını gördü. Korkudan öyle zıplamıştı ki, kendisini yerde buldu. Siluet, hala Hanife’ye bakmaktaydı. Hanife, gaz lambasını pencereye çevirdiğinde, Hasan’ın toz-toprak içindeki cesedini gördü. Çığlığı basan Hanife, perdeyi kapatarak ablasının yanına doğru koştu. Zişan, yer yatağında, Hasan’ın ablası Ayşe ile yatıyordu. Yanlarında feryat figan etmesine rağmen, ne Zişan, ne de Ayşe, uyanmadılar. Uyuyor gibi de görünmüyorlardı. İyice korkan Hanife, Halil ve Cemal’in odasının kapısını yumruklamaya başladı, ama kapıyı açan yoktu. İçeriden tuhaf mırıldanmalar duyuluyordu. Hanife, evin büyük odasında Esma Nine’nin oturduğunu hatırlayıp, oraya doğru seğirtti. Odadan konuşma ve kıkırdama sesleri geliyordu. Hanife odaya vardığında, donup kaldı: Halil, Esma Nine’ye tecavüz ediyordu. Halil’in gözleri bembeyazdı; Esma Nine ise kahkahalarla gülüyordu. Hanife’yi fark eden Esma Nine, “Nooldu kız? Yoksa sen de mi istiyon?” deyince, Halil ile ikisi kahkahalarla gülmeye başladılar. Hanife, ikisinin de ellerinin ters dönmüş olduğunu, dehşet içinde fark etti. Duvara yapışıp kalan Hanife, anlık bir refleksle, dışarı çıkması gerektiğini anladı. Ama dışarıda Hasan onu bekliyordu! Üzerine bir şey giymeye dahi tenezzül etmeden, evin arka odasına doğru koşmaya başladı. Ev, şimdi kapkaranlıktı. Göz yordamıyla, olabildiğince hızlı şekilde ilerlemeye çalışırken, bir şeye takılıp, yere düştü Hanife. Takıldığı şey, herhangi bir eşya, ya da onun gibi bir şey değildi. Nefes nefese neye çarptığını görmeye çalışırken, çakan şimşeğin ışığında, Zişan ve Ayşe’yi gördü: İkisi de yerde oturmuş, tek bir noktaya bakıyordu. Sürekli ileri-geri sallanıyorlardı. Onların gözleri de bembeyazdı. Hanife, aklını kaçırmamak için direnirken, çakan ikinci şimşeğin ışığında, yerlerin kan gölüne dönüşmüş olduğunu gördü. Zişan ve Ayşe, örgü şişlerini birbirlerine saplamışlardı. Zişan’ın bilekleri kesilmişti, Ayşe’nin karnından çıkan bağırsakları da onunla birlikte halıda sallanıyordu. Mırıldandıkları şarkımsı şey, Hanife’nin düğününde söyledikleri gelin şarkısıydı. Dehşete kapılan Hanife, kendini toplayarak, evin bitişiğindeki ahıra doğru koşmaya başladı. Evden daha yüksek olan ahırın tepesine çıkıp, avazı çıktığı kadar bağırırsa, öteki mahalleden birilerinin geleceğini düşünmüştü. Son umudu buydu. Ahıra vardığında, hemen merdiveni dayayıp, üzerine de şalını giydi. Gaz lambası yakmak için eğildiğinde, yemlik tarafından gelen homurtuları duydu. Homurtular giderek yaklaşırken, Hanife de gaz lambasını yakmıştı. Homurtular, inek pisliğinin oradan geliyordu. Lambayı o yöne tutan Hanife, Cemal’i iştahla inek pisliğini yerken gördü. Cemal, insanlıktan çıkmış gibiydi. Pisliği yerken, tuhaf, anlaşılmaz bir dilde bir şeyler sayıklıyordu. Teni, çürümüş gibiydi; öylesine beyazdı. Cemal, Hanife’yi fark edince, sırıtarak, ayağa kalktı. Her yeri pislik içindeydi, Hanife’ye bakarak, o tuhaf lisanda bir şeyler söyleyerek, Hanife’ye doğru ilerledi. Yaklaştıkça, gözlerinin feri sönüyor, aynı diğerlerininki gibi beyazlıyordu. Hanife, Cemal’in sendelediğini fark etti, bacakları ters çevrilmişti. Hanife, çığlığı basarak, merdivenden yukarıya tırmandı. Şimdi, ahırın tepesindeydi, köyün uçtaki diğer mahallesinin evleri zar zor seçilebiliyordu. Fırtına öyle şiddetliydi ki, Hanife, dengesini kaybedip, düşecek gibi oldu, ama sonra tekrar ayağa kalktı. Korkudan, üzüntüden ve panikten dolayı bağıramıyordu. Sesi boğuk çıkıyordu. Sonra arkasından ona yaklaşmakta olan silueti fark edince, daha esaslı bir çığlıkla geriye döndü: Gelen, Hasan’dı. Üzerindeki toprak, yağmurda çamura dönüşmüştü. Sürünerek ilerliyordu. Girdiği bu borcun karşılığını vermek için geri “gönderilmişti”, Hanife, onun en kıymetlisiydi. Ve borcun ödenme zamanı gelmişti. “Hayır!” diye bağırdı Hanife. “Hayır!”. Hanife, çatının ucundaydı, gidecek veya kaçacak yeri kalmamıştı. Bağırmak da faydasızdı. Hasan, yaklaşarak, elini Hanife’ye uzattığında, evin avlusundan ürkütücü sesler duyuldu. Tüm ağaçlar, ev ve orada bu olaya şahit olan ne varsa, sanki bunu duymuş gibiydi. Hanife, bu ürkütücü sesin geldiği yere baktığında, köyün imamının orda olduğunu gördü. İmam, “Bre deyyus! Defol!” diye bağırarak, daha yüksek sesle okumaya başladı. İmamın sesi, yukarıya ulaşınca, Hasan’ın çamurlu eli, havada kaskatı kaldı ve bastığı tavan çöktü. Hanife, fırtına ile daha da büyümüş olan dereye baktı. Ve gözünü karartarak, dereye atladı…

Ertesi günü, ağır yaralı bulunan Zişan ve Ayşe, köylünün çabalarıyla hastaneye yetiştirildi. Cemal, baygın haldeydi; köy halkı, Halil’i Esma Nine ile o vaziyette görünce, dehşete kapıldı. Halil, bilinci yerine geldiğinde, hayal meyal o geceyi hatırlamaya devam etti, sonra karısı Ayşe henüz iyileşmeden, evde kendini asarak, intihar etti. Esma Nine ise, hastaneden çıkar çıkmaz, İstanbul’daki torunu tarafından alınarak, İstanbul’a götürüldü. Hasan’ın ablası Ayşe, iyileştikten sonra, kocasının başına gelenlere fazla dayanamadı ve uyku hapı içerek, hayatına son verdi. Süleyman, o geceden sonra, köyü ve Zişan’ı terk edip, gitti. Kimse de bir daha görmedi. Cemal ise, köy muhtarının telkinleri ve desteği ile bir sürü hocaya göründü. Sonunda kuvvetli ve imanlı bir hocanın yazdığı muska sayesinde, o da derman buldu. Hanife’yi de, o sırada arabasıyla dere yolundan geçmekte olan başhekim bulmuştu. Kız, dere boyunca sürüklenmiş, yaralanmıştı; perişan haldeydi. İmamı ise, kimseler görmedi. Evi bomboştu, eşyaları bile duruyordu…

Selma'nın tüm bu anlattıklarını duydukça, içimdeki hayret ve şaşkınlık daha da artıyordu. Hanife adındaki bu güzeller güzeli kızın böylesine ağır bir vakaya dönüşmesinin ardındaki gerçekler, tamamen bilimin açıklayamayacağı bir dizi metafiziksel ve para normal olaylara dayanıyordu. Selma'ya teşekkür edip, Hanife'yi iyileşir iyileşmez buraya getireceğime dair söz verdim. Cemal de, arabamı kuyu gibi olmuş köy yolundan çıkarabilmişti sonunda. Vedalaşırken, köyün muhtarı ve Cemal, köyün çıkışına kadar beni takip ettiler ve bundan başkalarına bahsetmesem "daha iyi" olacağını söyleyerek beni yolcu ettiler. Yolda, tüm bunları başhekime mantıklı şekilde nasıl açıklayacağımı düşündüysem de, aklıma hiçbir şey gelmedi. Hastaneye vardığımda, başhekim, beni yeniden gördüğüne sevinmişti; ama endişeli bir hali vardı. Sebebini sorduğumda, Hanife'nin durumunun daha da kötüye gittiğini, artık hiçbir tedaviye (şok tedavisi dahil olmak üzere) karşılık vermediğini söyledi. Hanife'yi hemen görmek istediğimi söyledim. Odasına girdiğimde, Hanife'nin sırtı dönüktü. Selma'nın anlattığı gelin şarkısını fısıldayarak söylüyordu. "Hanife? Sana Selma'dan selam getirdim. Şimdi nasılsın?" diye sorduğumda titreyerek durdu. "Selma... Selma he?" dedi. "Evet, Selma. En yakın arkadaşın." diye yanıtladım. Kıkırdamaya başlamıştı. "Hanife?" deyince, "Borç ödendi dohtor." dedi ve yüzünü döndü. Kucağında, Hasan'ın çerçeveli resmi vardı. Gördüğüm son şey, kesik kesik yanan floresan ışığında, Hanife'nin kıpkırmızı gözleri ve ters dönmüş ayaklarıydı.

(Yeşilçam'a durulmuş ufak saygı duruşunu bulana on puanlık aferin.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder